Küçücük bir dünyam vardı. Ailem, bilgisayarım ve birkaç arkadaşımdan ibaret bir hayat geçiriyordum. Bu duruma öyle alışmıştım ki “nasılsın?” diye soranlara yıllardır “rutin, aynı”dan başka cevap veremiyordum. Şikayetçi filan değildim, bilakis gayet memnundum. Ağzımızın tadı bozulmasın da varsın dünya değişmesin zihniyetinin kuşatması altındaydım. Ölmeyeceğimden emin olsam nefes bile almazdım şu dünyada. Böyle pasif ruhlu bir statükocuydum, iflah olasım da yoktu.
Küçük arkadaş topluluğumla zaman zaman buluşur ve Üsküdar çevresinde bir kafeye giderdik. Arkadaşlarımı da kendime benzetmiştim. Onlar da aynı şeyi yapmaya alıştıklarına göre benden çok farklı olmasalar gerekti. Yıllardır evimin yakınında buluşur, Bağlarbaşı-Üsküdar yolunu yürür ve uğrama ihtimalimiz bulunan 3 kafeden birine girerdik. Birkaç saat boyunca oturur ve oradan buradan konuşurduk. Başka birşeyler içecek zevklerimiz 20 küsür yıldır olgunlaşmadığı için mecburen açık çay içerdik. Saatlerce birşeylerden şikayet edip kimseyi beğenmezdik. Mehmet tuvalete gidip Hüseyin son sigarasını yakana kadar oturduktan sonra da sessizce evlerimize dağılırdık. Bir ömür böyle geçmişti.
O gün de öyle oldu. Yine bir akşam üzeriydi. Üsküdar’ın merkezine yakın ara sokaklardan birinde kalan ve her gidişimizde artık çok bozduğunu söylediğimiz bir kafeye girdik. En son bahçesinde otururken kafama kuş pisleyen bu yerden nefret ediyordum. Gelgelelim sigara içen Hüseyin’le Mehmet’in “açık mekan olsun” saplantısına bir başıma dayanamadığım için yine mecburen oraya girdim. Muhabbet etmeye başladık. Değişik hiçbir şey yoktu görünürlerde
, ama içimde bir gerginlik hissediyordum. Her an bir konu açılacak ve birşeyler olacak gibiydi.
Adetimiz olduğu üzere; siyaset, kızların işe yaramazlığı, siyaset, arabalar, spor, kızların bizim değerimizi bilemeyeceği, ortak tanıdıklarla tesadüfen karşılaşma hikayeleri, ekibin diğer elemanı Murat’ın vefasızlığı ve siyaset temalarını teker teker işledikten sonra, başıboş gezinen sohbet Yusuf Taşkın isimli bir adama gelip takıldı. Bu adamı hepimiz gayet iyi tanıyorduk. Kendisi yönetiminde görev aldığımız bir forum sitesinde birkaç yıl görünmüş ve iş yapıyorum, proje düzenliyorum bahanesiyle bayan üyelere epeyce sulanmıştı. Bir yerin adresini soran kadınlara özel mesajla “beraber gidelim mi” diye soruyor, tanıtım kisvesi altında kız liselerine gidiyor, üyelere duyuru yapıyorum bahanesiyle bayan üyelere MSN adresini dağıtıyor, kancayı taktığı kızlara zorlama kafiyelerle akrostişler düzüyordu. Şikayet üzerine olayı araştırmaya, hatta bu esnada da biraz eğlenmeye karar verdik. Bizim ekipten Murat kız taklidi yaparak Yusuf’a yaklaştı. Bu tehlikeli oyun bir faciayla sonlanmak üzereyken Murat son anda şehri terk ederek namusunu kurtarabildi. Yusuf’un siteden atılmasını sağladık, fakat onun kişiliği üzerinde bunun bir etkisi olmadı. O olanca girişkenliğiyle çevresini genişletmeye devam etti ve uydurduğu projelerini başta muhafazakar bayan internet kullanıcıları olmak üzere geniş kitlelerle buluşturdu.
Mehmet “Lan bizim Yusuf Taşkın ne yapmış biliyo musunuz?” diye konuyu açtığında eğlencenin ayak seslerini duyar gibi oldum ve atıldım. “Yok abi, ne yapmış yine?” diye sordum ve peşin peşin gülmeye başladım. Mehmet’in yüzünde bir şaşkınlık vardı. “Oğlum adamın twitter’da 30.000 takipçisi var. Bir yazarlık atölyesi kurup amatörlerle 20 tane kitap çıkarmış” dedi. Hemen benden beklenen o klasik tepkiyi verdim: “Onun çıkaracağı kitaptan ne çıkar lan, onun her tarafı kitap olsa ne yazar?”
Mehmet, sigarasından bir fırt çektikten sonra söyleyeceklerinin beni nasıl çarpacağından haberdar değildi muhtemelen. Herhangi bir cümle kurar gibi hızlı hızlı cevap yetiştirdi bana. “Oğlum adam ünlü edebiyatçılarla televizyon programlarına bile çıkıyor. Biz burada üç sap birbirimizi eğleyelim anca. Hiç kimseyi beğenmeyelim. Sanki biz ne isek…”
Mehmet şerefsizi adını soyadını söyler gibi rahat rahat söylemişti bunları. “Ya olum bırak ya, onun gibi bir seviyesiz olup meşhur olmaktansa vakarımla, bilgimle, kültürümle, karakterimle fildişi kulemde kilitli kalmayı tercih ederim” demiştim ama, nedense bir baltaya sap olamadığımızın hatırlatılması bana çok ağır koymuştu. Sarsılmıştım ve kuyruğu dik tutmaya çalışıyordum. Bizim resmen kapı dışarı ettiğimiz online bayan avcısı Yusuf bile kendine bir çevre yapmış, bir çok insanın hayatına dokunmayı başarmıştı. Ben bunları düşünürken Hüseyin lafa girdi. “Abi biz herkesin arkasından ‘oeeh’ diye ağız eğdik, sonunda da birbirimize kaldık. Çapımız filan hepsine beş basar ama niye birşey çıkmıyor? Bizden adam olmaz olum” dedi. Haklıydı lan, vallahi haklıydı. Mehmet gülmekten göbeğini zıplatırken ben yenilgimizi hemen kabul ettim. “Haklısın lan. Valla, o bile o çapsızlığına rağmen az çok meşhur oldu. Adamın onlarca kitabı bile varmış. Biz de şu küçücük çevremizde kelebek etkileri bekledik durduk. Birimiz bir şey olacak da, birimiz birini adam edecek de birşeyler olacak. Edep iyi bişey diye yıllar yılı yediler bizi. Terbiyesiz adam aldı yürüdü, yırtık çingene abad oldu biz böyle boynu bükük kaldık garip gibi. Olum kayıbız biz be. Zaten ben salıncakta kendi başıma sallanmayı öğrendiğimde çoktan büyümüştüm” dedim. Hüseyin “Ne salıncağı lan, o nerden çıktı” diye zıpladı hemen. “Ne olacak olum, geçen gün pikniğe gitmiştik de orada aklıma geldi. Bir yere sıkıştırmam gerekiyordu. Varsın alakasız olsun, niye bozuyorsun şerefsiz. daha küçükken sinekleri camla tülün arasında sıkıştırıp katırt diye ezdiğimi de anlatıcaktım, ağız tadı mı bırakıyosunuz adamda” diye ağlaklık yaptım. Böylelikle konuyu ustaca değiştirdim. Mehmet’le Hüseyin muhabbeti tekrar kızların bizi anlayamayan canlılar olduğu noktasına doğru çekerken ben sessizce boynumu büktüm. Şekerlikteki toz şeker paketlerinden birini alıp elimde evirip çevirirken Derin derin düşünüyordum. Dudaklarım ileri doğru sarkmıştı. Şehirlerarası yollarda her biri birbirine benzeyen dinlenme tesisleri gibi adamlardık üçümüz de. Mecburen vardık, isimlerimiz farklıydı ama en iyisi olduğumuzu söylerken olanca köhneliğimizle birbirimizin aynısıydık. Üzgündüm…
Mehmet ve Hüseyin birkaç dakikadır muhabbeti sürdürüyordu. Daha fazla sessiz kalarak “tipi kaydı lan bunun. Bunalıma mı girdin hacım?” diye sataşmalarını engellemek için mecburen aralarına döndüm. Mehmet “Dengesizleri öldürsek dünya hiçbir şey kaybetmez, çünkü karakterleri yok” dedi. Hüseyin “Bilinçaltı çok önemliymiş, mesela geceleri kulaklıkları takıp Çince dinledin mi sabah uyanınca Çince konuşabiliyormuşsun” dedi. Ben “Herkes biniyor diye uçağa binilir mi lan, bu kadar saçma birşey olabilir mi, düşer abi o kocaman şey” dedim. Hüseyin üç kere üst üste “Yine benim dediğim noktaya geldiniz mi? Hih hih hih” dedi. Kısacası yapılabilecek bütün geyikleri yapıp bitirdik. Muhabbet Hüseyin’in Etiler’deki dükkanına gelince, muhtemelen az önceki hadisenin hıncıyla olacak, ağzımdan “inşallah bata…” diye bir şey çıktı. Cümle bitmeden söylediğim lafın farkına varıp bir anda irkildim. Fena batırıyordum, onlar bunun farkına varamadan bir anda dikkatlerini farklı bir noktaya çekmem gerekiyordu. İki saniye içinde “bata… öhömm. Hadi kalkın artık ya sıkıldım ben ya!” demiş, anormal bir hızla ayağa kalkmış ve aynı zamanda Hüseyin’in sırtına iki üç kere vurmuştum. Arkadaşların tüm dikkati ani fiziksel hareketime kaydığından ağzımdan kaçırdığım şeyin farkına varmadılar. “Otur ya işte, otur az sonra kalkarız, delirdin mi?” falan dediler. Ben de oturup bir porsiyon baklava istedim. Zaten hesap ödeneceği zaman kredi kartımı çıkarıp bir iki sallayarak şov yapsam da hesabı yine Hüseyin ödeyecekti.
Çocuklarla kafeden çıktık. Fıstıkağacı’na doğru yürümeye başladık. Onlar yine evde kaldıklarından şikayet ederken ben bambaşka bir alemdeydim. Gerçekten canım çok sıkkındı. Üstüme kapkaranlık bir kasvet, ucu bucağı olmayan bir umutsuzluk çökmüştü. Şu dünyada benden önce yaşayıp hiçbir şey ortaya koyamadan göçüp gitmiş 100 küsür milyar adamdan biri olmaktaydım an be an. boşu boşuna yaşıyordum. Bir anam, bir babam, bir de şu iki arkadaşımdan başka yokluğumu hissedebilecek hiç kimsem yoktu ve ben bu sefil halime bakmadan kimseyi beğenmiyordum. Ukalalık ederek hepsiyle dalga geçiyordum. Neydim ulan ben? Radikal bir karar almanın vakti çoktan gelmişti… Mehmet’le Hüseyin Kornetto disk alsak mı, almasak mı gibi basit bir soru üstünde yine ağız dalaşına girmişken yanımızdan gürültüyle Üsküdar-Ümraniye arasında sefer yapan bir 9-ÜD otobüsü geçti. Her zamanki gibi ağzına kadar adam doluydu ve dumanlar saça saça ilerliyordu. O an çılgınca bir karar aldım. Hiçbir işe yaramadığım şu dünyadaki oksijen tüketimimi sonlandıracaktım. İnsanlığın havasını tüketip yemeklerini yemeyerek onlar için fedakarane bir kahramanlık gösterecektim. Artık Hüseyin’e hesap ödetmek istemiyordum. Varsın kimse kahramanlığımı bilmesindi, ben yapacaktım!
Arkadaşlarımı olduğu yerde bırakıp kaldırımdan aşağı indim. Bütün gücümle 9-ÜD’nin yanında koşmaya başladım. Planım dahiyaneydi. Kendimi 9-ÜD’nin önüne atıp öldürmekle otobüsteki 70 küsür adamın yarımşar saatine mal olacaktım. Kimsenin hayatına dokunamadığım şu dünyada, 70 adamın toplamda 35 saatinin bir numaralı öznesi ben olacaktım. Hatta bu 70 insanın pek çoğu beni hayatlarının sonuna dek unutmayacaktı. Varsın kalıbım asfalta kazınsındı. Bu heyecanla dört nala koşuyordum. Haysiyetsiz şoför tıkabasa dolu otobüse yolun ortasında binmeye çalışan bir manyak olduğumu sanmıştı ve gaza basarak benden kaçmaya çalışıyordu. Trafik sıkışır gibi olduğunda ön kapıya yaklaşıyor
, arabanın önü açıldığında arka kapının gerisine düşüyor, fakat bıkmadan usanmadan koşuyordum. Cam kenarındaki şişman annesinin kucağında oturan 2 yaşlarındaki kız çocuğu bütün gücüyle ağlayıp camı tokatlıyordu. Ben arabanın yanında koşmaya devam ediyordum. Kah kasıklarım yere sürtüyor, kah topuklarım kalçama çarpıyordu. Dalağım şişmiş, dilim dışarı sarkmış, salyalarım göğsüme akmıştı. Tam arabanın ön ucuna bir adım kadar yaklaşmıştım ki şoför tekrar gaza abandı. Otobüsten “gıyyk, garç!” diye iç gıcıklayan bir ses çıktı. Şoföre küfredip sendeleyerek kaldırıma çıktım. Nefesim tükenmişti. Kendimi uyuz bir dilenci gibi tavuk döner satan dükkanlardan birinin önündeki merdivenlerin üstüne bıraktım. Bir kez daha başaramamıştım işte. Mermer merdiven soğuk soğuk, sert sert kalçama batıyordu. Sağ bacağımı büküp sol bacağımın altına soktum. Bir dakika sonra Hüseyin ve Mehmet koşarak yanıma vardılar. Hüseyin “ne oldu deli oğlan, ne yaptın?” diye telaşla sordu. Yaptığım şeye anlam verememişler, delirdiğimi düşünmüşlerdi. Salyalarımı içime çektikten sonra nefes nefese “Abi
, mal bu şoför ya. Sorsan Hz. Ebubekir’in Müslüman olmadan önceki adını bile bilmez. Biz de bunların sürdüğü arabalara canımızı emanet ediyoruz” dedim.
Ahmet Yıldırım
Bir Cevap Yazın