Fikret Naci bir dünya şampiyonuydu. Çok mu süratli koşuyordu, Formula 1 tarihinde hiç kimsenin hızına yetişemeyeceği bir pilot muydu, ringlerde vurdu mu devirdiği için önünde durulamayan bir boksör müydü? Hayır. Tamam, ara sıra sokak aralarında top oynayan çocukları gördüğünde ceketini yere fırlatıp onlara eşlik ediyor ve on yaşından küçük çocukların hiçbiri onun kadar seri çalım atamıyordu; tamam, bazen düzenbazlığı tutup, saklambaç oynayan yine aynı yaş grubu çocukları gördüğünde saklananların her birinin yerini bağırarak söyleyerek oyunbozanlık tarihine adını yazdırıyordu yazdırmasına fakat tüm bunlar onu bir rekortmen yapmaya maalesef yetmiyordu. Peki, Fikret Naci’yi dünya şampiyonluğuna ulaştıran başarısı neydi? Geç kalmak… Evet, kendisi geç kalma konusunda bugüne dek ulaşılmış tüm rekorları altüst etmiş bir insandı. Hayatı boyunca istisnasız her şeye geç kalmıştı. Okula giderken 120 yaprak kareli defterinin yaprak sayısını ikiye katlayan geç kağıdı koleksiyonu edinmişti. Kaçırdığı otobüs ve trenlerin toplam bilet parasıyla su alan ayakkabısını on kere daha tamir ettirebilirdi. 90 dakikalık maçın ancak uzatmalarına yetişiyor, izlediği her filmin sadece son sahnesi aklında kalıyordu. Bir daha geç kalmamak için saatini ileri alması, takvim yapraklarını gününden çok önce koparması da kar etmiyordu. İki ayda bir elektriği kesiliyor, ev sahibinin gergin yüzünü 35 günde bir görmek zorunda kalıyordu. Üç yaşını doldurduktan sonra doğduğunu söyleyenler bile vardı. Bu veriler doğrultusunda bir tahminde bulunacak olursak, şampiyonun üç asır daha yaşayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Neden böyleydi Fikret Naci? Bu üstün başarısını neye borçluydu? Bilmiyordu. Ona öyle geliyordu ki içinde bulunduğumuz güne, hatta aya, hatta yıla, hatta yüzyıla bile geç kalmıştı Fikret Naci. Görebildiği dünya yeniydi, ama o eski zamanları adımlıyordu sanki. Eskiye duyduğu özlem, ya da bugüne duyduğu nefret değildi bu durumun sebebi. Kim bilir neydi. İçinde yaşadığı dünyanın kanunlarından bihaberdi. Çarkların nasıl döndüğüne dair en ufak bir fikri yoktu. Makinelerin nasıl işlediği, haklı ya da haksız kazancın nasıl sağlandığı gibi konular da onun tarafından bilinmeyenler listesinde yer alıyordu. “İnsanlar bir arada nasıl yaşıyor” diyordu Fikret Naci. “Yaşamayı nasıl başarıyorlar?” Anlaşılan o ki içinde yaşadığı bu dünya ile kendi dünyası arasında kolay dağılmayacak bir sis bulutu vardı ve bu yüzden insanlara, olaylara, bütün yönleriyle hayata hep uzak kalacak, her şeye geç kalacaktı.
O akşamüstü de sokaklarda koşturmasının nedeni yine geç kalmış oluşuydu. Bir yandan koşturuyor, bir yandan da yüksek sesle ve sinirli bir tonla konuşuyordu : “Nasıl olur bu” diyordu. “Nasıl, nasıl. Her zaman aynısı oluyor. Hadi bazılarını anladım da buna nasıl gecikirim. Ah, daha hızlı, daha hızlı!” Fikret Naci’yi böyle çılgınca koşturan şey kendi düğününe geç kalmış olmasıydı. İnanılır gibi değil ama bu durum rekortmen dünya şampiyonuna artık asla erişilmez bir başarı sağlıyordu. İnsan kendi düğününe nasıl geç kalır? Unutkanlık mı, vurdumduymazlık mı, tembellik mi, yoksa başa gelen bir aksilik mi? Hiçbiri değil. Kahramanımızın her şeye olduğu gibi kendi düğününe de geç kalmasının hem kendisi hem de bir başkası tarafından belki tahmin yürütülebilecek ama asla bilinemeyecek bir sebebi olmalıydı. Neydi bu sebep? Nefes almak ya da su içmek gibi bir zorunluluk muydu yoksa? Bu zorunluluk Fikret Naci hissettiği için mi, dışarıdan bir müdahaleyle mi meydana geliyordu muamma. Fakat görünen o ki bir şeye vaktinde yetişirse ölebilirdi Fikret Naci. Koşarken alnında biriken terleri siliyor ve sürekli “şimdi ne yapacağım” diye tekrar ediyordu . “Bittim ben. Kendi düğünüme, en güzel dakikalarımı, en heyecanlı anlarımı yaşayacağım o salona mahvolmuş bir halde gidiyorum. Ah, sevgilim… Affet beni.” Şampiyonun kendisini affetmesini istediği gelin hanımın adı Asuman’dı. Yirmi yaş tazeliğinin, büyüleyici güzelliğiyle bir araya gelmesinden dolayı dünya ötesi bir varlık olan Asuman Hanım, düğün salonunda Fikret Naci’yi, gelişini dört gözle beklediği beyaz atlı bir prens olarak mı düşünüyordu bilinmez ama kahramanımızın o an boz eşekli bir talihsizden farkı yoktu. Yaklaşık dört bin metreyi iki saat yirmi dakikada tamamlayan şampiyon, bir saat on dakika kadar geciktiği düğününün yapılacağı salona nihayet varmıştı ama içeri girer girmez de yere kapaklanacak kadar yorulmuştu.
Asuman; sert mizaçlı annesi, demir yürek babası, deli fişek kardeşi ve birkaç yakın akrabasıyla salonun ortasında duruyordu. Cenazede futbol muhabbeti yapar gibi şuradan buradan laflıyordu akrabalar. Diğer akrabalar tıpkı davetliler gibi masaları donatmayı tercih etmiş, olur da ayakta kalırız kaygısını giderme peşine düşmüştü. Bazı akrabalar da herhangi bir ihtiyaç ya da aksilik anında şövalyeliklerini ispatlama isteğiyle salona egemen olma gayretlerini harekete geçirerek ayakta kalmayı, etrafı kolaçan etmeyi uygun bulmuştu. Kimi akrabalar da çok sevdikleri dizileri düğün saatine denk geldiği için
, insanlıkları gereği tercihlerini televizyon karşısında geçirmekte kullanmıştı.
40’ı aşkın masada 120’ye yakın davetli çoktan yerini almıştı. Şehrin uzak ilçelerinden, çevre illerden, hatta yurt dışından bile gelenler vardı. Her biri toplumda saygın bir çevrenin mensubu olmakla övünen davetliler arasında az sayıda da olsa çocuk, salonun ortasını çocuk parkına çevirme temayülüyle zıplayıp duruyordu. Kimler yoktu ki davetliler arasında : kontesler, baronlar, vezirler, voyvodalar, dükler, vikontlar, serhat beyleri, düşesler, defterdarlar; rütbe sıralaması birbirine karışmış daha nice soylu asilzadeler.
Salondaki masa ve sandalyeler birbirinden müthiş örtülerle giydirilmişti. Her örtünün rengi farklı olduğu gibi, her masanın, dahası her sandalyenin de rengi birbirinden farklıydı. İnsan ister istemez bu kadar renk var mı diye merak ediyordu. Her masada birbirinden değişik porselen ve seramik süs eşyaları vardı. Bazı masalarda kiminde mum, kiminde kandil bulunan şamdanlar boy gösteriyordu. Kristal vazolarda birbirinden hoş çiçek türleri, üzerinde bulundukları insan yapımı masaya tabiatın muhteşem nefesiyle üflüyor, bu tatlı esinti cansız varlıkları bile kımıldatır gibi oluyordu. Gelin ve damadın oturacağı masa ise, bugüne dek olagelenlerin en eşsizi, en muhteşemiydi tabiri caizse. Sandalyeden masaya çekilen özel tüller onu bir cibinliğe benzetse de, üzerinde bulunan kıymetli taşlar, inci taneleri, deniz kabukları, kozalaklar, kapısı açılabilen ve geri çektin mi giden oyuncak arabalarla bu masa, tüm zarafeti ve ihtişamıyla adeta ben buradayım diyordu.
Salonun girişinde bulunan gelin-damat yolu da özene bezene hazırlanmıştı. Zemininde, yine üzerinde renk cümbüşünün rol aldığı uzun bir halı olan bu yol, iki yandaki tül ve çiçeklerle süslenen kemerlerin göz alıcı sevecenliğiyle birleşip insana sonu cennete çıkan hayaller kurduruyordu. Ne yazık ki Fikret Naci düğününe geç kaldığı için belki Asuman bu yolu tek başına yürümek zorunda kalmış, bu yüzden konfetiler bile onu heyecanlandırmamış olabilirdi.
Düğün salonunun tavanına yetenekli bir ressamın eli değmiş olmalıydı. Tavana bakan biri açık ve güzel bir günde gökyüzünü seyrediyor gibi oluyordu. Güneş var ama yakmıyor, yağmur yağıyor ama damlaları size değmiyor, üzerinizden martı sürüsü geçiyor ama sürüdeki hiçbir martı elbisenizi değiştirmenize neden olacak herhangi bir münasebetsizlikte bulunmuyor gibi bir duyguya sürüklüyordu insanı bu tavan. Işıklandırma da bir harikaydı doğrusu. Beşli, altılı, onlu, yüz yirmi sekizli avizelerden çıkan mavi, turuncu, yeşil, sarı, mor ve daha nice renk, zaten süslü olan salonu daha bir nazlı yapıyordu. Tavandan sarkan örümcek ağları da bu büyülü atmosfere ayrı bir renk katıyordu.
Fikret Naci salona girdiğinde manzara buydu. Asuman sitem dolu bir bakışla ona baktığı zaman, kahramanımızın yüzü utançtan kızardı. Ama güzel ve iyi Asuman, “ne yapalım, boş ver” der gibi gülümseyince şampiyonun yüreği rahatladı ve hemen bu hoş varlığın da içinde bulunduğu topluluğun yanına gitti. Erdinç Bey, ki Asuman’ın babası olur, yanlarına gelen Fikret Naci’ye öyle bir baktı ki, Asuman’ın annesi olan ve kaya parçasını andıran Ayla Hanım bile bu bakıştan korkarak, Asuman’ın kardeşi olan ve zirzoplukta sınır tanımayan Muhittin’e bir fiske attı. Yanlarında bulunan birkaç akraba da dahil, aralarında bulunduğu bu topluluk, hatta salondaki davetlilerin tümü şampiyona öfke dolu gözlerle bakıyordu. Bu, telafisi mümkün olmayan bir hataydı ve damat bey bunun bedelini ödemeliydi. Kimsenin kendi düğününe geç kalmaya, davetlileri bekletmeye, organizasyonu mahvetmeye hakkı yoktu. Herkesin gergin ve öfkeli, kahramanımızın ezilmiş bir halde olduğu o anda, Asuman meydan okurcasına karşı çıktı herkese. Ailesini, akrabalarını, tüm sevdiklerini karşısına alma cüretini göstererek kahramanca savundu sevdiğini. Bunun üzerine artık kimse üstelemedi, durum normale döndü. Gecikmeli de olsa düğün başladı. Erdinç Bey ve Ayla Hanım davetlilerle ilgilenmek üzere yanlarına giderken, Muhittin de cebinden çıkardığı toplu iğneyle çocukların oynadığı balonları çaktırmadan patlatmak ve bu başarısıyla gurur duymak için harekete geçti. Yalnız kalan damat ve gelin masalarına oturdular. Birinin utancını, diğerinin iyi yürekliliğinin örttüğü, masal kahramanlarını andıran bu iki sevgili, salonun dev ihtişamı, süslerin tüm görkemi, davetlilerin bütün nişan ve apoletlerinden daha mükemmel, daha sonsuz, daha gerçek bir şeye, ölümsüz bir sevgiye sahiptiler.
“Bana kızdın mı?” dedi Fikret Naci.
“Hayır. Vaktinde gelsen belki kızardım.”
“Neden bilmiyorum. Elimde değil. Bu halim yüzünden etrafımdakiler de etkileniyor.”
“Boş ver onları. Bak, şimdiden masalar arası dedikodu rüzgarı esmeye başladı bile.”
“Hayır, sadece insanlar değil. Mesela çalar saatim. Hiçbir zaman vaktinde çalmıyor. O bile geç kalıyor. Neden gülüyorsun?”
“Çalar saatinin geç çaldığını mı söylüyorsun?”
“Çok güzel gülüyorsun. Hiç gitmeyeceksin değil mi Asuman.”
“O da ne demek öyle?”
“Senden ayrılmaya, senden uzak düşmeye katlana…”
“Fikret lütfen… Yan yanayız işte. Beraberiz ve hiç ayrılmayacağız.”
“Seni her zaman sevdim. Hep seveceğim. Ve inan…”
“Ne oluyor Fikret? Yanındayım. Vaktimiz hep beraber geçecek. Küçük evimizde konuklar ağırlayacağız. Her kitabı beraber okuyacağız. Her anın kıymetini bilecek, her yeni günü yenilenmiş, tazelenmiş bir sevgiyle karşılayacağız. Tüm bunlar sanki olmayacakmış gibi, neden öyle tuhaf konuşuyorsun?”
“Bilmiyorum. Her şeyi bilmeni… Sana her şeyi hemen anlatmak istiyorum. Nereden başlayıp nasıl bitireceğim bilmiyorum ama ne varsa her şeyi söylemek istiyorum sana.”
Kahramanımız konuşmaya devam ederken salonun ortasındaki açık alanda oynayan çocuklar dikkatini çekti. Her birinin elinde kocaman balonlar vardı çocukların. Ayrıca yerde ve küçüklerin başları hizasında kendi halinde yüzen ve uçan pek çok balon vardı. İçlerinden bir çocuk elindeki balonu tavana doğru fırlattı. Balon yavaşça yükseldi ve tavanı geçip gökyüzüne doğru uçmaya başladı. Sonra diğer çocuklar da aynı şeyi yaptılar. Her biri balonu atıyor, balon tavandan çıkıp özgürlüğüne kavuşuyordu. Balonların yarısı bu şekilde salondan ayrıldı. Sonra peş peşe patlama sesleri geldi. Balonlar ardı ardına patlıyor, davetlilerin şaşkınlığı, çocukların duyduğu korkuya karışıyor, ortaya Muhittin’in pişkin pişkin sırıtan yüzü çıkıyordu.
Davetliler dedikoduya devam ediyor, Erdinç Bey, şampiyona doğru uzattığı işaret parmağını tehdit edercesine sallıyor, Ayla Hanım başını ellerinin arasına almış belki de kızının istikbali için kara kara düşünüyor, Muhittin, lastik gibi uzattığı diliyle Fikret Naci’ye bukalemun-böcek ilişkisini hatırlatıyordu. Bu sırada üç adet yirmi katlı düğün pastası ortaya getirildi. Çocuklar oyuna, davetliler dedikoduya ara verdi. Gelin ve damat pastadan bir dilim kesip tadına baktıktan sonra kocaman üç pasta dilimlere ayrılıp tabaklara servis edildi. Çatalı pastaya bulaşmayan bir tek Muhittin’di. Üç ayrı pastadan gözüne kestirdiği bir tanesinin 9’uncu katını eliyle kavradığı gibi döke saça salondan dışarı kaçtı hayvan.
Düğün, bütün hızı ve tüm gariplikleriyle devam ediyordu. Damatla gelinin masasının yakınında kalp şeklinde bir kürsü vardı. Kürsünün üzerinde de anı defteri. Kürsünün önünde ciddi bir kuyruk oluşmuştu. Herkes o deftere bir şeyler yazma peşindeydi. Bunu gören Fikret Naci gülmeye başladı. Daha önce böyle bir şey görmemişti. Bu sırada orkestra da iyice coştu. Düğünde klasik müzik çalıyordu. Anadolu’nun bu kuytu kasabasından havaya Mozart’lar, Bach’lar karışıyordu. Bunlar gibi salondaki neredeyse her şey kahramanımızın tuhafına gidiyordu ama organizasyonu Erdinç Bey ve Ayla Hanım yaptığı için elinden de bir şey gelmiyor, sadelik yanlısı olsa da bu gereksiz gösterişe ses çıkaramıyordu.
Muhittin ortalarda yoktu. Çocuklar yorulmak nedir bilmeden oynamaya devam ediyordu. Masalardan birinden gelen bir ses : “Aralarında yirmi yaş var. Genç kız yazık etti kendine” diyordu. Kırk yaşına birkaç gün önce basmış şampiyon bunu duyunca üzüldü. Gözleri yere doğru kaydı. Birden üzerine kaynar sular dökülmüş gibi oldu. Kahramanımız bir yıldır biriktirdiği parayla düğün için aldığı ayakkabısını giymeyi unutmuştu. Bunun yerine ayağında su alan külüstür ayakkabıları vardı. Evden aceleyle çıktığı için olmuştu bu. Fikret Naci utancından kıpkırmızı kesildi. Her şey arka arkaya geliyordu. O sadece Asuman için buradaydı, Asuman da onun için. O halde bütün bu insanlara ne oluyordu? Neden bir suçluymuş gibi dikiyorlardı ateş saçan gözlerini üzerine? Neden bu kadar kötü niyetliydiler? Asuman’a baktı Fikret Naci. Ne kibir, ne kıskançlık, ne çekememezlik, ne de kahrolası gurur… Yüreği saflığın ve masumiyetin surlarıyla korunan bu güzel varlığa tekrar tekrar baktı. Asuman düğün için saçını yaptırmamış, makyaj yapmamış, ruj sürmemiş, güzellik ürünlerinin hiçbirine meydanı boş bırakmamıştı. Sadi’nin, “güzel yaratılmış bir yüzün süse ihtiyacı yoktur” sözünün tam karşılığıydı bu mükemmel varlık. O harika kızın, Eugenie Grandet’nin portresini yapmak için Asuman’a bakmak gerekirdi. Yazarının Eugenie için söylediği hakikat, Asuman için de geçerliydi : “Dünyanın ortasında bulunup da dünyadan olmayan…” İşte Fikret Naci böyle bir varlığa bakıyordu o an. Sevinci ve hüznü son raddeye gelmişti. Düğün bitmek üzereydi. Hemen orkestranın yanına gitti. Onlardan Olafur Arnalds’ın müziklerinden birini çalmalarını rica etti. O yetenekli müzisyenin, hayaller diyarında insanın koluna giren müziklerinden biri çalınmadan bu düğünü noktalamak istemiyordu. Orkestra önce Near Light, ardından Brotsjor, peşinden de Lost Song isimli parçaları çaldı. Önce kımıldayan, sonra koşmaya başlayan, en sonunda da olduğu yere çöküp kalan bir hüznün sıralanmasıydı bu. Müzik bittikten sonra herkes ayağa kalktı. Gelin ve damattan son kez dans etmeleri istendi. Fikret Naci ve Asuman salonun ortasına geldi. Dans etmeye başladılar. Şampiyonun daha önce hiç dans etmediği hemen belli oluyordu. Asuman durumu toparlıyor, tüm sevecenliği ve güler yüzüyle Fikret Naci’ye destek oluyordu. Herkes büyük bir dikkatle onları izliyordu. O sırada salona birkaç kişi girdi. Bunlar düğün salonunda çalışan kişilerdi. İçeri girdiklerinde kahramanımızı kendi başına tuhaf hareketler sergilerken gördüler. Şampiyon sağ elini göğüs hizasında tutmuş, sol elini de sol tarafına doğru boylu boyunca uzatmış, bir ileri bir geri gidiyor, bunları yaparken etrafında dönmeyi de ihmal etmiyordu. Ne yapıyordu bu adam? Düğün salonunda çalışan gençler şaşırmışlardı. Bu duruma bir anlam veremiyorlar, gülerek olup bitenleri izliyorlardı. Peşlerinden bir tane daha çalışan salona girdi. O da bu manzaraya şahit oldu. “Yine mi sen” dedi peşinden. Yaklaşıp Fikret Naci’yi kollarından tuttu ve onu dışarı çıkarmak için çekiştirdi. Kahramanımız karşı koydu. Boş masaların olduğu tarafa dönüp, davetlilere korkulacak bir şey olmadığını söyledi. O güzel yüzünün rengi gittikçe solan Asuman’a gülerek bakarak cesaret vermek istedi. Yanından geçmekte olan Muhittin’e bir tekme savurdu ama denk getiremedi. Onu kollarından tutan adam, gördüğü mukavemet karşısında diğer çalışanlardan yardım istedi. İkisi iki omzundan, ikisi de iki ayağından tutarak
, dört kişi şampiyonu güçlükle dışarı çıkarabildi. Tekrar salona girdiler. İki saat içinde bir düğün yapılacaktı bu salonda. Etrafı düzenlemeli, düğüne dair tüm hazırlıkları kısa süre içinde bitirmeliydiler. Ardından dört kişi daha geldi. Sekiz çalışan olanca gayretleriyle salonu hazırlamaya başladılar. “Kimdi bu adam” diye sordular kahramanımızı tanıyan çalışana diğerleri. “Manyağın teki” dedi o da. “Yılda bir böyle gelir.” Diğer çalışanlar şampiyonun neden böyle bir şey yaptığını bilip bilmediğini sordular onu tanıyana. “Bazı söylentiler var” dedi adam. “Bir söylentiye göre bundan yirmi sene önce düğün günü sevdiği ölmüş. Nasıl öldüğüne dair bir bilgim yok fakat düğün salonunun ana baba gününe döndüğünü, gelinin gelinliğiyle tabuta konduğunu söylerler. Diğer bir söylentiye göre ise düğün günü gelin bu adamı terk etmiş. Bunu dillendiren fazla kişi yok ama yine de bir iddia sonuçta. Söylenti bu ya, bir diğeri de yürürken şeytana çelme takmış. Öyle söylüyorlar. Şeytana çelme takılır mı hiç. Aklından zorun mu var be adam. Şeytanla oyun olur mu?”
Çalışanlar tüm hazırlıkları bitirdikten yarım saat kadar sonra davetliler salona girmeye başladı. Bir saat içinde kız ve damat tarafı da girdi salona. En son damat ve gelin geldi. Üç saat boyunca eğlence bir an olsun durmadı. Herkes çılgınlar gibi dans etti. Çocuklar balonlarıyla oynadı. Afiyetle pastalarını yediler. İçlerinden bir tanesi balonunu havaya fırlattı. Tavana çarpan balon geri döndü ve başka bir çocuğun ellerine düştü.
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın