Londra’da bir pub’da, altı kişilik bir grup halinde oturuyorduk. Herkesin karşısındakine birşeyler anlattığı kalabalık ortamlarda nasıl bir kelime dalgalanması olduğunu bilirsiniz. Etrafa kulak verip herkesin aynı anda ne dediğini anlamaya çalıştığınızda, bir kelime bile anlayamayacağınız bir yerdeydim. Durgunlaşmıştım ve yanımdaki şu beş kişinin benim hayatımda ne işi olduğunu sessizce sorgulamaya başlamıştım. Tükürükler saçarak pençe gibi tırnaklarıyla yüzümü ve yeni aldığım kazağımı yolan Ada bebek
, 10 aylık geçmişiyle uzun süre ortamın ilgi odağı kaldı. “Ada abisini çok sevdi” diye şirinleştirilmeye çalışılan bu tablo benim için hiç de sevimli değildi. Utanmasa şuncacık çocuk seve seve öldürecekti beni. Sesi sigara içmekten 11. cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah’ Gül’e benzeyen Meltem Hanım, çocuğunu üstümden çekmeyi aklına bile getirmiyor, inceltmeye çalışırken çatallaşan sesiyle kızını eğlendirmeye çalışıyordu. Kocası Burak az önce garsondan dini sebeplerle domuz eti içermeyen bir pizza istemişti ve şimdi birasını içerken mobil teknolojilerin vardığı noktadan bahsediyordu. Emre ve Nilay da masanın diğer ucunda karşılıklı oturup Burak’a laf yetiştirmekle meşguldü. Allah çok şükür ya rabbi diye iç geçirdikten sonra beni bu insanların yanına oturtan süreci film şeridi gibi kafamdan oynatmaya başladım.
* * *
İngiltere’deki doktora derslerimi tamamlayıp, biraz dinlenmek, biraz da araştırma yapmak için Türkiye’ye dönmüştüm. Gönlümce keyif çatmaya devam ederken, durup dururken bir süredir görüşmediğim aşırı sosyal bir arkadaşım “Ya naber” diye Whatsapp’tan selam verdi. Bu sıcacık enişte busesine o an anlam veremedim. Üstüne “ya ofisime gelsene, biraz sohbet eder, geçmişi yad ederiz” teklifi aldım. İçimden “lan ne gereği var şimdi, gidip de ne yapacağım” dedim. Amma iyi ve sıcak kanlı bir insan olarak görünmek için teklifini kabul ettim. Bir de ofisim demişti. Belli ki altında bir koltuğu vardı ve koltuklu bir insanla tanışmak geleceğime yatırım olabilirdi.
Bir anlık basiretsizliklerin nelere kadir olduğunu ben o gün öğrendim. “Ne ofisi, ne diyosun sen Onur, sana da ofis verdilerse artık” diye Onur’un üstüne gitmeli, gururunu kırıp onu başımdan defetmeliymişim. Ne bileyim, yapamadım. Yerlerin buz tuttuğu, termometrenin eksilere indiği bir gün yola düştüm. Ofise vardığımda, ofis sanki Onur’un değilmiş gibi geldi. “Ofisim” diye bahsedilen yerde yemekhane tarzında dizilmiş onlarca masa vardı. Bazı masalarda baş başa vermiş konuşan, yahut ekrana gömülü vaziyette transa geçmiş bir sürü küpeli, top sakallı ve uzun saçlı kafa oturuyordu. İçerideki bölmeden korkunç kahkahalar geldiğini de duyunca iyice kıllandım. “Lan bunlar ne yapıyor acaba” diye gayriihtiyari korktum. Tam dışarı çıkıp tabelada ne yazdığına bakacaktım ki, karşı camın önünde bulunan masadaki kafa yumağı bozuldu. Birisi ayağa kalkarak kollarını açmış vaziyette üstüme yürüdü. Geriye doğru bir adım atıp çığlığı basacakken, gelenin Onur olduğunu gördüm. “Abi ofisin güzelmiş, huzurlu, sakin bi ortammış” dedim. Onur güldü ve “Ya biz burada Büyük Kalpler Akademisi’nde işler geliştiriyoruz
, projeler yapıyoruz. Süper arkadaşlar var, çok keyifli. E Ahmetcim naber?” dedi. “Ahmetcim ne ulan, Ahmetcim ne. O cik takısını alır beline kuyruk diye takar, cik cik diye öttürürüm seni. Büyük mü görüyosun sen kendini? Hayvan herif!” diye bağırdım. Etrafın kalabalık olduğunu fark edince bu kadar ileri gitmenin sağlığım için tehlikeli olabileceğini düşündüm ve sanki şaka yapmışım gibi gürültüyle gülerek işi toparladım. Aslında asabiyetimin makul bir sebebi vardı. O an ofisim var sözünden dolayı umutlandığım için kendime kızıyordum ve hıncımı cik ekinden çıkarma şansı ayağıma gelmişken onu kullandım, hepsi bu. Zira bu Büyük Kalpler Akademisi üniversite yıllarında çimlerde oturan sarışın kız resimli broşürler dağıtıp adam toplayan, kişisel gelişim zırvalarıyla kafa şişiren lagalugacı network oluşumlarından biriydi. Hayat, beni kaygan kağıtlı broşürlerine terimi sildiğim BKA’nın merkez ofisine getirmişti.
Onur beni az önce video izleyip kahkaha atan gençlerin olduğu bölüme götürdü ve kendi yaptığı esprilere kendi gülerek ne gibi işlerle uğraştığını anlattı. Üniversiteli kaliteli gençlerin sosyal sorumluluk projelerine katılmalarını sağlıyorlarmış. Onların egosunu törpülemek ve sosyal bir değer ortaya koymak için eğitim programları düzenliyorlarmış. Liseli öğrencilerin iyi insan olmaları için okullarda konferanslar veriyor, görme engelli çocuklara fotoğraf çekmeyi öğretiyor, fakir çocuklara ışık olmaya çalışıyorlarmış. Sizin anlayacağınız bizim Onur ne kadar meleksi bir organizasyonda nasıl yüce amaçlar için çabaladığını bana yirmi dakika kadar anlattı. “Ulan yapma Onur, sen değil miydin üniversitede kız tavlama sitelerinden çıkmayan, çayırda çimende gözlük takıp gitar çalan. Yeme beni, adam gibi anlat şunu” dedim. Hırıltı çıkararak güldükten sonra “yav boşver istersen. Bak ne diyeceğim. Senin İngiltere’de tanıdıkların çoktur. Bizi hocalarınla tanıştırsana, onlarla ortak projeler yapalım, arkadaşlarla oraya gidelim, onlar buraya gelsin filan” dedi. Neden davet edildiğimi artık anlamıştım. Canı gezmek çeken Onur beni değil, hocalarımı davet etmişti aslında. İliğimi sömürebileceğini sanmasına için için güldüm. Normalde insanlar birbiriyle tanışarak bana kadar ulaşır ve network bu noktada son bulur. Ben kimseyi kimseyle tanıştırmam. Sistemi anında patlatırım. Onur’u da “Tabi bakarız abi” diyerek geçiştirdim. O ise “Yarın liseli çocuklarla bir motivasyon toplantımız var. Sen de gel, orada seni Sertan Abiyle tanıştırayım” dedi. Sertan abi dediği, 50 yaşlarında, ne kadar beyaz Türk, CEO, medya ünlüsü varsa hepsiyle tanışan bir adamdı. Az önce saydığım dandik projelerin fikir babasıydı ve kişisel gelişim öğütleriyle para kazanan biriydi. Aslında üniversitelerden gelip buraya üşüşen insanlar da Sertan abilerinin çevresinden faydalanmak, bir uluslararası şirkete kapağı atmak gayesindeydi. Uluslararası bir şirkette çalışıp da alengirli bir ünvanı olmayan hiçkimse yoktu zaten.
Ertesi gün “eh bakalım Sertan efendi, çevremden faydalanacaksın he mi? El mi yaman bey mi yaman” diyerek kendi kendimi gazlayıp yola koyuldum. Toplantıların yapılacağı salona girmeden önce, BKA’nın önde gelen temsilcilerinin olduğu kulis odasına geçtim. Oda bir Beyaz Türk sirkine benziyordu. En ticky’sinden en sırnaşığına, en çıtkırıldımından en lümpen özentisine kadar erkekli dişili bir Beyaz Türk alemindeydim. İnsanlar peltek peltek konuşuyor ve bana “efendim” diye hitap ediyordu. Kendimi, egosunu sözde törpülemeye gelmiş onlarca kibirli adam arasında bir garip hissettim. Ben çocukluğumda tuvalette kimin olduğunu anlamak için ışığı söndürüp, içerdekinin sövmesini bekleyen bir insandım. İlkokulda sahneye çıkıp “Ben C vitaminiyim. Vücudu hastalıklara karşı korurum. Mandalina, portakal, kivi, yeşil biberde bulunurum” diye sunumlar yapan kızların içinde ne işim vardı benim. Fajita diyarında kurban kavurması, fondü evinde kabak tatlısı gibi kalmıştım. Onlar Ege, Umut, Meriç’ti, ben Abdülkerim, Hasbi, Gaffur’dum.
Sertan Abiye olan önyargım bu kuliste iyice pekişti. Dünya yüzeyinde her saniye ezan okunmasına benzer şekilde, ortamda “Sertan abi” denmeyen bir saniye geçmiyordu. Onun bugün teşrif edeceğinden, herşeyin mükemmel olması gerektiğinden, onunla tanışmanın büyük bir şans olduğundan bahseden ve kendini uluslararası şirketlerde yönetici zanneden insanlar vardı. Gıyabında bile yalakalık yapılan bir adamın kendisi kimbilir nasıl biri olmalıydı.
Masalara serpiştirilen poğaçaları yiyerek, milleti gözlemleyerek ve montumun fermuarıyla oynayarak yarım saat kadar oyalandıktan sonra toplantı salonuna geçtim. İçerisi bir özel lisenin müsamere salonu gibiydi. 18 yaşında bir çocuk sahneye çıkarak, liselilere motivasyon vermek üzere kendini anlatmaya koyuldu. “Arkadaşlar ben 4 yıl önce BKA’ya katıldım. Çok güzel şeyler yaptık. Çok güzel insanlar tanıdım. Çocuklara fotoğraf çekmeyi öğrettim. Gözlerindeki ışığı anlatamaam. Köylere gittim. İnanabiliyor musunuz, ineğin memesinden süt sağdım. Ekmek yaptım. Ya çok inanılmaz bişeydi bu. Yoğurt yapmak, inek sütünden yoğurt yapmak, yaylada kamp kurmak, çadırlarda uyumak dünyada hiçbir şeye benzemiyor. Sanki başka bir galaksi, başka bir dünya! LYS’te geçen yıl da 87. oldum. Nasıl oldum biliyor musunuz? Yılda 400 saat boyunca BKA’ya uğrayarak! Hehe, heheheh ahahah… Tabi ki öyle değil, bu işin şakası. Ehe eheh… Ama siz de bu kadar vaktinizi BKA’ya ayırarak benim gibi başarılı olabilirsiniz. Benim gibi olmak hiç de zor değil. Burda benim yerimde siz de konuşabilirsiniz…” Ben, ben, ben… Sinirden olduğum yerde oturup kalkıyordum. Bu kadar ham olduğuna bakmadan sahneye çıkma cesaretini nasıl kendinde bulabilmişti bu zirzop?
Az sonra Sertan Bey sahneye çıktı. Konuşmasına başlarken, “MFÖ’nün bir şarkısı var. Neydi o?” diye sordu. MFÖ’nün yüzlerce şarkısı vardı, bu nasıl soruydu böyle. “Deli deli kulakları küpeli!” diye oturduğum yerden bağırdım. Liseli çocuklar güldü, Sertan abi hafifçe bozuldu. Fakat oturduğum yere bakmayarak “Adımız Miskindir… Değil mi?” dedi. Evet, bol Mevlana’lı, bol sevgili, aşklı, meşkli bir terapi başlamak üzereydi. Yıllar yılı dalga geçtiğim kişisel gelişim seminerlerinin harman olduğu yere düşmüştüm.
Sertan sahnede tuhaf bir ayine başlattı. Arada bir konuşmasını kesip oturanlara “kibri küçük, yüreği büyük, alnı ak, sırtı pek” gibi tekerlemeler söyletiyordu. Koskoca adam, bir sürü ergenle yağ satarım, bal satarım oynuyor gibiydi. Konuşmanın diğer bölümleri de daha zekice değildi. Bir racon kesiyor, bir örgütünü övüyordu. “Steve Jobs çok özgüvensiz adam. Özüne güvenmiyor çünkü. Hepimizin bir özü var. Ona güvenmeliyiz. Ama biz BKA’da kendi özümüze güvendiğimiz için mükemmel işler yapıyoruz. Unutmayın ki yanlış bir hayat doğru yaşanmaz. Bakın ben önüme gelen bütün fırsatları teperek kendimi insanların iyiliğine adadım. Hayallerinin peşinden gitmeyenler bu dünyada hiç yaşamamıştır. Biz de BKA’da hayalinin peşinden koşan insanlarla müthiş işler yapıyoruz. Apple, Microsoft ve Samsung CEO’larıyla birlikte çalışıyoruz…”
Bu lüzumsuz konuşmayı insanlar pür dikkat dinliyor, kimileri not alıyor, kimileri de “hmm yanlış bir hayat doğru yaşanmaz, hmm özümüze güvenmeliyiz” diye kısık sesle tekrarlıyordu. Yıllardır milyarlarca kişinin duyduğu, hiç kimseyi lider yapmaya yetmeyen aforizmalar hala prim yapıyordu. “Ulan bu böbürlenip duran adamın ayağı takılsa da sahneden aşağı düşse, ayakkabısı çıksa, ortalığı iğrenç bir koku kaplasa ne güzel olur. Ayağı kokuyor bu adamın ayağı” gibi fanteziler kurarken içim geçmiş. Bir de baktım ki salonda bir tek ben kalmışım. Koşa koşa dışarı çıktığımda etrafta kimseyi göremedim. Saate baktım, 12:41 idi. Belli ki herkes yemeğe gitmişti. “Oğlum Ahmet, bu fırsat bir daha ayağa gelmez. Hemen kaç şuradan” dedim ve mekandan ayrıldım.
* * *
İşte beni bu masanın köşesine mahkum eden süreç böyle başladı. O kaçış sayesinde Sertan’la tanışmaktan kurtuldum. Fakat Onur peşimi bırakmayıp sürekli mesaj atmaya başladı. İlla İngiltere’deki hocalarımla tanışmak istiyor, beni ofise çağırıyordu. Ona İngiltere’ye döneceğimi ve yoğun olduğumu söyledim. “Aa ne güzel, orada bizim Nilay’la Burak var, eşleri de bizden” dedi. Bu insanlarla görüşüp kendilerine benden ekmek çıkmayacağını anlatmalıydım.
Masadaki muhabbet olanca hızıyla devam ediyordu. Beni unutmuşlardı. Montumun fermuarını yine elime aldım. Ada’nın tırnakları canıma okurken dişimi sıkmaya devam ediyordum. Yan masadaki sarhoş kız bir naara patlatıp güldü. Oraya dönüp “oha, çüş” diye bağırdım. Bu ilgiyi tekrar benim üstümde topladı. On yıl kadar önce, bir kişisel gelişim yazısında “Bir fikri destekliyorsanız belki varsınızdır, ama bir fikre karşı çıkarsanız mutlaka varsınızdır” diye bir cümle okumuştum. Bu sıkıcı ortamdan kurtulmak için tek çare, ya bismillah deyip baltayla Sertan putuna girmekti. “Ya Sertan abi iyi adam da arada bir zırvalıyor, yok efendim Steve Jobs’ta özgüven yokmuş. Ne yokmuş. Adamın şirket yazışmalarını okuyorum, deliler gibi asılıyor. Tamam pislik atmak istiyorsun da, göz göre göre saçmalanmaz” dedim. Bütün suratlar düştü. Ne diyeceklerini bilemediler. Ağzını ilk açan Nilay oldu. “Ama o özgüven derken, başka bişeyden bahsediyor Sertan abi. Yani kendi özün, özüne güvenmek…” Sözünü kestim. “Ya bırak abla ya, aç getir, hangi sözlüğü istiyorsan onu getir. Kendi kafasına göre kelimeye mana vermek konuşmak mı? Neyse benim karnım ağrıyor, görüşmek üzere” dedim ve arkamı döndüm. Milletin biralarının parasını ben vermeyeyim, hesaba katılmayayım diye masada hiçbir şey yemeyip içmemiştim. Tam kapıdan çıkacakken geri dönüp Ada’nın annesine baktım. Herkes ne diyeceğimi duymak üzere hazırlanmıştı. Pür dikkat ağzıma bakıyorlardı.
“Senin kızda da zenci gırtlağı varmış abla, maşallah sesi çok kalın.” diyerek pub’ı hızla terk ettim.
Ahmet Yıldırım
Bir Cevap Yazın