Az evvel Cehennemden geldim dostlarım. Şaka etmiyorum, samimi söylüyorum. “Zibidiye bak, aklınca bize ahiret fantezilerini anlatıp Dante pozu kesecek” zannetmeyin hemen. Günahıma girmeyin. Kısmet olursa oraya gittiğiniz zaman oraları bana siz anlatırsınız. Ben bambaşka bir cehennemden bahsediyorum.
Bundan birkaç yıl evvel, çevremdeki pek çok insan bana büyülü bir yerden söz etti. Anlattıklarına göre oraya giden herkes unuttuğu arkadaşlarıyla karşılaşıyor, komik komik şeyler yazıyor, sohbet ediyor, kısacası internetin yaradığı bütün işleri tek yerde yapıyordu. İnandım. Vaatlerine kandım ve Facebook’a adım attım. Beni derhal içeri itekleyip kapıyı üstüme kapattılar. Artık bu alemde mahpus olmuştum.
İçeri girer girmez derhal arkadaşlarımı aramaya başladım. Sevdiklerimi bulup ekledikten sonra, sevmediklerimi de aradım. Benim bulduğum bu güzel siteyi bulup, benim yaşadığım keyfi tatmış olmamasını dilediğim bu adamların hepsi de benden önce gelmişti. Onları eklemedim tabii ki. Profil linklerini kaydedip, aylarca her sabah haset içinde, sinsice ne yaptıklarını dikizledim. Sonra, o site olmasaydı bir daha ölene kadar aklıma gelmeyecek olan insanları bulup ekledim. İlkokulda beni evine götürüp bisküvi veren öğretmenimi ekledim, çocukken bana eşşoğleşşek diyen komşunun oğlunu ekledim, biriyle tartışınca “evladım sana hiç yakıştıramadım, ne ayıp” diye yorum yazması için dayımı ekledim, ilerde biri belki bana höt-zöt eder de ağzını kırdırırım diye mahallenin serserisini ekledim. Ekledim oğlu ekledim. Derken, bana kaç kişiyi tanıdığım sorulsa hayal edemeyeceğim kadar yüksek sayıda arkadaşım olmuştu.
Bir yere girdiğimizde, önce o ortamı tanımaya çalışırız. Bu safha geçince keşfettiğimiz güzelliklerin tadını çıkarmaya sıra gelir. Biraz eğlendikten sonra artık o güzel yanlar hayatımızın bir parçası olur. Hoşumuza gidene alıştığımız için tadı azalır ama bırakıp gidecek kadar da cesur olamayız. Evet, gazetelerin pazar eklerinde Hayata Dair başlıklı yazısıyla kafanızı şişiren heveskar bir dişi edebiyatçı gibi konuştuğumun farkındayım dostlar. Fakat müsade edin, lafı bağlamak için bunları söylemekten başka çarem yok. Ben de kâh “ula bu dürtme de neymiş ki” diyerek, kâh çok güldüğüm kedi canını senin videosunu elli kere izlemiş insanların önüne bir daha sürerek, kâh “idare eder” kategorisine giren bayanlara kendimi hatırlatmak için 45 beğeni almış paylaşımlarındaki 46. beğeninin ismini vererek günlerimi tarihe gömdüm.
Dedim ya, keyifli günler bittikten sonra lanetli bir bağımlılık süreci başlıyor diye. O günlerin beni bulması gecikmedi. İnsanlarla iletişimimin önemli bir kısmını o siteden sağladığım için bir türlü çekip gidemiyordum. Paylaşımlarım bitmişti, ama listeme karşı duyduğum merakım bitmemişti. Artık bir yandan genel paylaşımların nabzını tutuyor, diğer yandan tuvalete gitse yazıyor dediğimiz bazı arkadaşlarımızın hayatlarını bir dizi gibi izliyordum. İşte hayatımın cehenneme döndüğü günler de tam bu zevklerimin oluşmasına tesadüf ediyor…
Kendimi iki adım geriye çekip bakmamla, her gün saatlerce lüzumsuz bir adamın hayat hikayesini izlemekte olduğumu fark etmem bir oldu. Yaşaması ve yaşamaması arasında hiçbir fark olmayan, tanımasanız da birşey kaybetmeyeceğiniz bir adamın hayatı, zaman ve kronolojinin alt üst olduğu bir düzende gözümün önündeydi. Bu adam önce “mamamızı yedik, parka gidiyoruz kuşumla” yahut “aslan oğlum annesinin yüzünü cırmalarken” diye bir sunuşla karşımıza gelen fotoğraflarda görünüyordu. Arada bir okunması mümkün olmayan rastgele harflere basılarak da karşımıza çıkıyor ve “oyy yerim ben o parmakları, ne güzel de konuşursun sen” makamında yirmi tane yorum alıyordu. Yorumların %90’ında yemek, ısırmak, dişlemek, yanaklarını koparmak gibi vahşet tablolarıyla karşılaşan bu çocuğun büyüdüğünde sağlıklı bir insan olması elbette beklenemezdi.
Aynı çocuğun biraz büyümüş hali, ilkokul çağına varıp öteden beriden topladığı esprileri yazıp “Zaaa” diye güler olmuştu. Fakat bu insanların en sevimli dönemleri, tam da içinden “cacık cacık sıcacık” gibi kafiyeler bulup melodiyle söyleyerek eğlenebildikleri bu devirlere denk geliyor. Çünkü o çocuklar büyüyüp lise çağına geldiklerinde sirk kaçkını gibi videolar çekmeye, Kurtlar Vadisi edebiyatı yumurtlamaya, yalnızlıktan, aşktan sızlanıp kafa şişirmeye başlıyorlar. Az daha büyüyüp üniversiteye ulaştığında, “devlet aygıtının kadın kimliğini yok sayan hegemonyasına karşı itaat ve bağlılık kavramları perspektifinde geliştirdiği sorgulama”sını foşur foşur üstümüze boşaltıyor. Karşı cinse yağan tripse cabası. Az sonra herkes gidebildiği için prestiji kalmamış yerlerde çekilen fotoğrafların altına “Ayyyy canımmm çok güzel çıkmışsın”
, “benden bile yakışıklısın devrem” gibi mesajlar yağıyor. Her gün milyonlarca insanın milyonlarca fotoğrafının altında milyonlarca kişi aynı yalanı söylüyor. Birkaç yıl geçer geçmez aynı profil pazartesi günleri kalkmaktan şikayet edip yalnızlığa ağlıyor. Yetmiyor, yaşı 20’lerin orta noktasını geçen pek çok vatandaş gibi evlenme telaşesine düşen eleman, arabesk yapıp küçük düşmekten yüksünmez oluyor. “Yine yoksun diye, düşmanım her güne!” yazarken aslında yüzlerce kişiye aynı şeyi söylediğinin farkında mı değil mi, bilemiyorum.
Efendi gibi özelden yazacağı yerde kafamızı şişirmeyi seçen bu genç en sonunda nişanlanıyor. İki yüz kişi birden Allah tamamına erdirsin yazıyor. Çocuk hepsini sıradan beğeniyor. Bir süre boyunca kız tarafına prenses, erkek tarafına superman denilen, Gargamel’lere yem olası bir süreç başlıyor. Devran dönüyor, evleniyorlar. İşte tahammül etmenin en zor olduğu evre burada başlıyor.
Gün aşırı check-in bildirimleri ve bitmek tükenmek bilmez düğün oynaması videolarını gördüğünüzde gong vuruyor. Gencimiz ne kadar mutlu günler yaşadığını anlatarak gittiği güney ilinin havaalanından check in yapıyor. Yurtdışına gidecek paraları olmadığı için ona hep beraber acıyoruz. Omuz omuza fotoğraflar, tatilde baş başa fotoğraflar, kahvaltı masası fotoğrafları, öpüşen fotoğraflar falan, ay biz ne kadar mutluyuz diye çığlık çığlığa bağırıyor. Tam hele şükür evlendi, o da rahatladı, biz de demeyi umduğumuz bir anda tahta masalarda buruşuk domates yeseler olay oluyor, açık büfede ayı gibi tıkınsalar yine olay oluyor. Keşke bir kere de benden zopa yeseler de o da olay olsa diye geçiyor içimden. İçim işte böyle kelime şakaları yapmayı çok seviyor. Çoğu kez onu zaptetmeyi başardığım için geniş çevremi koruyabiliyorum.
Arkadaşımız “kalbimin tek sahibi”, “canısıııı”, “seni sevmeyi seviyorum” gibi paylaşımlar kesmeyince bir de “sevildiğini” hissettiğini söylüyor bize. Düşman çatlatır gibi. Tabii ki çatlıyoruz. Biz sevildiğini hissedemeyen aşağılık canlılar, nazar değdirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Dilimiz döndüğünce beddua filan ediyoruz.
Derken çocukları oluyor, anlattığım hayat çizgisi yeniden başlıyor. Sanki dünya bu çocuğun etrafında dönüyor. Bütün umutların bağlandığı canlıyı “iyi ki geldin bebeğim, mutluluk getirdin yuvamıza, ne kadar da güzelsin” benzeri sözlerle tanıtıyorlar. Bakıyorum bakıyorum, normal bir bebekten başka birşey görmüyorum. Çocuk, yediği yemekten oyuncaklarını hırpalamasına kadar naklen yayınlanıyor. Sonra çocuklar büyürken arkadaşımız göbekleniyor, yaşlanıyor. Sağa sola çılgınlar gibi okey davetleri yolluyor. İnfial oluşturan toplumsal olaylar karşısında bir paragraflık tatsız tussuz bir öğüt veriyor: “Halbu ki hepimiz birbirimizi sevsek dünya negüzel biryer olurdu!” İşte bu cümlenin altına giren münasebetsiz bir akraba, kıt kanaat geçinen karizmayı “Mehmetçiğim sende müthiş bir edebiyat ruhu var. Bu yazdıklarına bayılıyorum
, senin kitap çıkarman lazım canım” diyerek iyice perişan ediyor. Aynı canlının evlilik sonrası aldığı ikinci soyadı çıkma balkon gibi sarkan dişisi, sabah on buçukta, Tam da Müge Anlı’nın yayınlandığı saatte “Allah’ım çoluğumuzu çocuğumuzu koru ya rabbim” diye bir durum güncellemesi gönderiyor.
Ne farkı vardı bu adamların birbirinden? Sanki 250 kere aynı adamdılar. İkiyüz elli tanesi bir araya gelip, aynı adamın her anını tek çekimde gözüme sokuyordu. Aynı kadının her halini tek karede izlemekten bunalmıştım. Aynı tezgahta yontulmuş bir sürü Süleyman Abiydi hepsi. Şükriye teyzeydi. 12 yaşındaki Süleyman amca, 17 yaşındaki Süleyman amca, nişanlısına sarılan Süleyman amca, açık büfede camış öküzü gibi tıka basa süpüren Süleyman amca, evlilik yıldönümünde çiçek alan Süleyman amca beni canımdan bezdirdi. Tüm benliğimi kuşatmaya aldı. Süleyman amca boğazımı sıkıyor, yuvalarından fırlayan basık gözlerime aldırış etmeden parmaklarını iyice gömüyordu. Artık boğazımdan hırıltılar çıkıyordu. Kaslarım gerilmiş, ruhum ayak parmaklarımdan yukarı doğru çekilmeye başlamıştı ki insanlara teker teker bakmaya karar verdim.
Kafamı tazeleyerek haber akışına geri döndüm. Dikkatimi çeken ilk paylaşım, girdiği ortamlarda hep yaşını söylediği için koca aradığını düşündüğüm kızın “balık yeme zamanıııı” paylaşımının beğeni yağmuruna tutulması oldu. Aşağıya inince, “Ölmezsek şayet, 5-10 yıl sonra hatırladığımızda gülüp geçeceğimiz şeyler için kendimizi fazla hırpalamıyor muyuz?” yazarak hepimize ders veren bir uzak doğu bilgesiyle karşılaştım. Durmadan dinlenmeden öğüt verip, bıkmadan usanmadan bin kere okunarak pörsüyen edebiyat kırıntılarını serpiştiren bu arkadaşım, daha geçen gün galatasaray mağlup oldu diye hakemin anasına küfretmişti. Usulca bir sonraki paylaşıma geçtim. Kendi halinde, akmaz-kokmaz bildiğim bir arkadaş Çamlıca tepesinden check in yapmıştı. Bir insanın Çamlıca Tepesi’nde olması neden beğenilirdi ki? Devam edince “Ey şehri İstanbul, yağmur en çok sana yakışıyor!” diye bir ünleme gördüm. İstanbul teşekkür ederim diye yorum yapmıştı. Ordu ili Mesudiye ilçesi Lağus köyü Kenger mahallesinden bir arkadaşımızın Kenger Gençlik grubundan yaptığı paylaşımda, bomboş bir dağda otlayan ineğin gülümsemesini bile gördüm. Kimse altına “çok güzel çıkmışsın cnm yha” yazmamıştı.
Bu karman çorman akış beni iyice sersemletmişti. Son olarak profillere tek tek girmeye karar verdim. İşyerinden tanıdığım ve hiçbir şey paylaşmayan arkadaşımın profiline girdiğimde beş yıllık doğum günü kutlamaları ve her serinin üstünde “doğum günümü kutlayan herkese teşekkür ederim” yazısını gördüm. Baktım kime baksam diye karar veremiyorum, bilgisayara rastgele bir sayı tutturup o sıradaki arkadaşımın profiline baktım. Piyango bir lise arkadaşıma isabet etti etmeye, ama tuhaf bir durum vardı. Ferhat Esra Koçdemir, Eda Seyfettin Karamanoğlu gibi hermafrodit bir isim vardı karşımda. Lisede önlü arkalı oturduğumuz arkadaşıma “Naber lan hırbo” gibi lümpen bir selam mı vermeli, “yengeciğim afiyettesiniz inşallah, Ferhat beyler nasıllardı acaba” diye edeplice mi yaklaşmalıydım bilmiyordum. Bu ikilemi küçümsemeyin. Zira bu adamlar genelde WhatsApp durumlarında “insanın karısı canının yarısı” şeklinde durum mesajları kullanan karısına düşkün tiplerdir. Eşlerine saygıda zinhar kusur edilmemelidir. Risk almamak için selam vermekten vazgeçerek lise yıllarında öğle arasında yemek için okula yoğurt, salatalıklı ekmek filan getiren arkadaşımın profiline geçtim. Mühendisliğin faziletinden, hükümetimizin Mimarlar odasına koyduğu postanın muzırlıklarından bahseden Sözcü Gazetesi sayfasıydı profili. Allah’ım, sanki benim bulunduğum ortamla arasına mesafe giren herkes adım adım denyoya bağlıyor, üç kuruşluk sempatikliğini de kaybediyordu. Kimden uzaklaşsam aptallaşıyordu fakat ben, belki bir gün işim düşer diye nefret ettiğim bu adamları arkadaş listemde tutmaya devam ediyordum…
Şu ortamın kazanan tek bir adamı vardı, o da mahallenin serserisiydi. Erişime açık profilinin resmi olarak belirlediği ızbandut gibi, eli tespihli, saçı jöleli, boynu zincirli fotosuyla binlerce arkadaş yapmıştı. Her kestiği raconu %90 kadarı kız olan yüzlerce kişi beğeniyor, “Selamun aleyküm ulan!” dediğinde aşağıda 50 kişi “aleyküm selam reis” diye birikiyordu. Bir gün yanına gidip sordum. Abi nasıl oluyor bu iş, facebookta müthiş karizma yapmışsın dedim. “Ne zannettin oolüm, ne zannettiğn!” diye gürledi ve devam etti: sana karı tavlamanın püf noktalarını anlatayım. Profilini açık tutacaksın. Gider yapacaksın. Serseri olacaksın. Bana belki yüz tane kız gelip teklif etmiştir, inanmazsan yazışmaları gösteririm. Hepsiyle bir dalga geçiyorum var ya hepsi deli oluyor. Gurur yapıyorlar anadın mı, peşini bırakmıyorlar… “Abi” dedim, “benim işim çıktı.” Hızla toparlandığımı görünce dediklerini yapacağımı düşünmüş olacak ki kükreyerek güldü. Bozmadım. Elini öpüp yanından kaçtım.
Bu kadar şeyi şunu demek için anlattım. Diyorum ki çıkın şu Allahın belası yerden. Gidin başka işlerle ilgilenin. Okuyun, konuşun, izleyin. Ben de sizinle beraber bırakacağım. Bu yazımı “süper yazı herkes okusun :))” tavsiyesiyle paylaşayım da bi…
Batuhan Okutan
Son Yorumlar