Ben 10 lirayım. Fiyatım 10 lira değil hayır, bizzat 10 liranın kendisiyim. Evdeki tüm planları alt üst eden küçük eksiği gidermek için muhtaç olduğunuz, check-in manyağı Instagram hiperaktiflerinden daha fazla gezen, fakire ekmeğini, zengine kağıt parayla bahşiş bırakma artistliğini bahşeden matematiğin, bilimin resmini taşıyan yüce para. Hani şu çocuklarınız ağızlarına soktuğunda “Mehmet ıyyk, Mehmet çıkar onu ağzından mikrop kapacaksın, herkes elliyor onu” diye telaş yaptığınız, özgüvenini örselediğiniz kalbi kırık, boynu bükük 10 lirayım ben güzel kardeşlerim. “İnsanlık paranın kölesi olmuş abi” dediğinizde kabaran koltuklarımdan da, “10 lira için adam mı öldürülür, yaşanmaz oldu bu İstanbul’da” dediğinizde kırılan gururumdan da haberiniz yok. Baktım böyle hiçbir şeyden habersiz davar gibi yaşıyorsunuz, çok önemli bir karar verdim. Güneş altında kalmaktan yayı gevşemiş bir mandalla tutturulduğum çamaşır ipinden sizlere kendi yolculuğumu anlatıp, en azından birkaç dakikanıza el koyacağım. Dizilin karşıma ve rahatta dinleyin. Sen de dinle topuğu yıpranmış çorap, sen de dinle lastiği gevşemiş erkek boxer’ı.
Henüz bu yılın başlarında, Ankara’da, Merkez Bankası Banknot Matbaası’nda hayata gözlerimi açtım. Kendim gibi otuz küsür 10 lirayla aynı tabakada basıldıktan sonra çeşitli muayenelerden geçtim. Muayenelerde engelli doğduğu anlaşılan arkadaşlarımın itlaf edilişini görmek beni içine doğduğumuz dünyanın adaletsizliğine hazırladı. Burada toplumlar kendi istedikleri özelliklere sahip olmayan varlıkları hunharca eziyor, yok ediyordu. Efendilerin uşağı olmuyorsanız, parayı elinde tutanların kurduğu oyuna girmek istemiyorsanız cüzdan yüzü görmenize bile izin verilmiyordu yoldaşlar. Sosyalist bir para olarak dünyaya bir çelişkiler yumağı içinde merhaba demek de benim talihsizliğim. Ama bana kızmayın. 10 liralık bir değerle ancak sosyalist olabilirdim. Aynı yerde dünyaya geldiğimiz 200 liralar ise o iş adamı senin, bu emlakçı benim gezmeye hazırlandıklarından elitist bir kapitalizm akımını savunuyorlar, tipi kayık arkadaşlarının itlafına iri cüsseleriyle birbirlerine şap, şap diye çarparak alkış tutuyorlardı. Karşıt görüşlü paralar arasında çıkacak bir kavgaya dahil olarak, sigara sararığı bıyıklarıyla protestolarda bağıran kızlarımıza hava atmak aklımdan geçmedi değil, geçti. Ama başlı başına sermaye olan bu 200’lükleri dövebilmek için mahallenin cingan çocukları gibi 21 kişilik bir akran komünü kurmaktan başka çaremiz yoktu. Hem iyi bilirsiniz ki paranın olduğu yerlerde çıkar çatışmaları eksik olmaz. 21 tane 10 liranın bir araya geldiğini bir düşünsenize. Bir 200 lirayı döveceğiz diye spiral takmadan gezdirilemeyecek bir tomara dönüp
, kendi içimizde de geçinemediğimizi bir an için düşünmenizi istiyorum sadece. Birbirlerinin gırtlağına sarılan Cahit’leri durdurmak için başımıza bizden güçlü olan bir 100 doları geçirip kapitalizmin tuzağına mı düşelim? Hayır bunu yapamazdık. Zaten bu matbaadan ayrıldıktan sonra bir daha o lanet olası 200 liranın yüzünü görmek kısmet olmayacakmış. Onlar pahalı alışverişlerin esirgenen ve yıllar sonra bile diriliğini koruyan bakımlı çiçeğiyken, ben pazarcıların kıllı ellerinde, ergen kızların kalabalık çantalarında kenar mahalle sürtüğü gibi yıprandım, durdum.
Dostlarımla beraber tabakamdan ayrılıp kasalandıktan sonra Emisyon Genel Müdürlüğü’ne doğru yola çıktık. Vardığımız yerde fazla nefeslenmek kısmet olmadı. Derhal bir zırhlı araca bindirilerek bir bankaya doğru hareket ettik. Şoför yolda birkaç kere direksiyonu Güneydoğu istikametine doğru kırmayı aklından geçirdiyse de her seferinde vazgeçti. Ankara’nın memleketin ortasında kalmasının en büyük faydası işte bu dostlarım. Para taşıyan şoförler niyeti bozup sınırdan başka memleketlere geçmesin diye ülkenin başkentini ortalara bir yerlere koymuş cumhuriyetimizi kuranlar. Şu vizyonu görüp de hayran olmamak elde değil. Araba yoldan çıkıp güneydoğu hudutlarına yönlendiği anda GPS takibinde, bilemediniz polis denetiminde yakayı ele veriyor.
Şoför bey ve güvenlik personeli, beni kazasız belasız geçen yolculuğun ardından bir devlet bankasına teslim etti. Çok güvenlikli kasadan, daha az güvenlikli kasaya geçmiştim. Yolculuğumun cüzdan, pantolon cebi ve çamaşır ipi şeklinde bir yol izleyerek güvenlik kavramından iyice uzaklaşacağını o sıralar kestiremiyordum.
Kasada bir gün kadar ancak dinlenebilmiştim. İnsanlar girip çıkıyor, her numara yanma sinyalinde acaba benim sıram mı diye sağa sola bakınıyordu. Kasaya para yatıranların hafifleme hissi, para çekenlerin “dışarıda biri ümüğüme çöküp şunları çalmasın” telaşına karışıyordu. Gişelerdeki konuşmalara kulak kabartan ve imzalanan kağıtları okumaya çalışan birkaç müşteri ise havaya ekşi bir gerginlik katıyordu. Onları izlemek keyifliydi.
Akşama doğru içeri 50 yaşlarında bir teyze girdi. Elindeki dosyada bulunan evrakları teslim ettiğinde ölen annesinin banka hesabındaki paraya talip olduğunu anladım. Yine bir gariban ölmüş ve arkada bıraktığı para geride kalanların kafasını meşgul etmişti. Evet ölen kesinlikle bir garibandı, 1.636 liralık ödemedeki tek 10 lira bendim. Nezihe Teyze 100 ve 50 liralık banknotları cüzdanına özenle yerleştirdikten sonra, 20 ve 5 liralık banknotla beraber beni avuçlayarak 4’e katladı ve cebine soktu. Gıcır gıcır olma özelliğim ilk günden kaybolmuştu.
Ağzım gözüm yamulmuş vaziyette Nezihe teyzenin evine gittik. “Sen bir ömür yaşa, bıraka bıraka 1500 lira bırak” diyerek merhume hakkında bir kez daha üzüldüler. Aşağıya yuvarlamanın kurbanları arasındaydım, yok sayılmıştım. Nefis terbiyesine sokulmuştum besbelli. Acaba bu çilem bitecek miydi?
Ertesi sabah Nezihe teyze cüzdanındaki gıcır gıcır paraları çıkarıp sandığın içindeki geceliğinin cebine soktu. Balkondaki pis tekerlekli pazar arabasını kapının önüne çıkarışını pardösüsünün cebinden izliyordum. “Beni bindirip gezdirecek herhalde, atta gidiyoruz yaşasın” diye düşünüp sevindim. Henüz bir haftalık bile olmamıştım. Teyze ise 75 lirayla beraber beni de cüzdanına tıkıştırdı. Komşum hurma çekirdeğinin ucu Atatürk’ümün gözüne batarken başıma gelecekleri düşünerek heyecan içinde yola çıktım. Nezihe Teyze sırasıyla patates, fasülye, muz, kabak ve limon almıştı. Derken çilekçinin önüne geldik. Kalbim küt küt atıyordu. Sanırım yeni sahibimi görmüştüm. “Gel abla gel” diye bağırmaktan fırsat bulduğunda yanık yanık türküler söylüyen bu eğlenceli insanın büyüsüne kapılmıştım. Teyze kasaya elini daldırıp çilekleri hafifçe mıncıkladıktan sonra “taze mi?” diye sordu. Adam “Tabii abla tarladan bunlar tarladan, dün getirdik. Lokum abla, bal abla! Hadi gel çileğe geel! Le le le Sakine…” diye gidiyordu ki teyze müdahale etti: “Hmm, 1.5 kilo kaça?” diye sordu. Sahibim bir an içinden “Kilosu 3 lira olduğuna göre 1.5 kilosu…” diye düşünüp “5 lira abla” dedi. Bir an cüzdandaki arkadaşım 5 liraya kıskanarak baktım. Fakat mucize eseri teyze beni dışarı çıkardı. Mutluluktan uçuyordum. Yeni sahibim beni almadan önce 1.520 gram tartıp “biraz da fazla oldu, artık o da benden olsun ablam. Niyee giittin tütüneee” dedi. Artık yeni sahibimleydim.
Yeni sahibimin evinde rüya gibi günler geçirmeye başladım. Onun yanık türküleriyle hüzünleniyor, ağız şapırtılarının melodisinde hayallere dalıyordum. Zekasına hayrandım sahibimin. Geçen gün pazarda 3 liradan 150 kilo çilek satıp 512 lira kazanmıştı. Onu bir keresinde engelli olan yeğeninin otobüs kartını alıp, cüzdanının içinden çıkarmadan otobüslerde okuturken görmüştüm. Topallayarak yürüme konusunda profesyönel bir oyuncu kadar başarılıydı. Eczanelerdeki sadaka kutularını toplamak
, doğalgaz sayacını kilitlemek, çilekleri toprak serperek ağırlaştırmak gibi konularda üstün bir başarı sahibiydi. “Bunun vergisi var vergisi” diye arabasını satarken satış bedelini kağıt üzerinde düşük gösterdiğini de gördüm şu birkaç gün içerisinde. Elinde fırsat olsa hepinizin cebindeki parayı çekebilecek bir yetenekti, lakin o fırsatı olmadığı için derin bir acı duyuyordu. Televizyonda hırsızlık haberleriyle karşılaştığında verdiği nefret dolu tepkilerin ardında, kendisinin eline böyle şansların geçmemesine duyduğu hınç vardı. “Neden o yaptı da ben yapamadım” hasedi onu kıvrandırıyordu.
Sahibimin beni kendisine mutluluk getirecek bir alışverişte kullanmasını çok istiyordum. Onunla geçirdiğim vakit zihinsel gelişimimde çok faydalı olmuştu. Hayata karşı gözlerim açılmıştı resmen. O ise beni adeta bir toz bezi gibi, düğmesi sökülmüş pantolon gibi liseli kızına uzattı. Artık arkadaşlarımla beraber üniversite sınavlarına hazırlanma yaşı geldiği halde aylak aylak gezen Hale’nin malıydım. Yeni sahibimin elinde uzun süre kalamayacağımı iyi biliyordum ama bunun gerçekleşme şeklini tahmin dahi edemezdim.
Yeni sahibim oldukça çirkin bir kız olmakla beraber
, kendini el üstünde tutturmayı başarabilen Allah vergisi bir zihinsel beceriye sahipti. 3 adımdan oluşan bir strateji uygulayarak gözüne kestirdiği erkeği köle gibi kullanıyordu. İlk aşamada, faydalanabileceğini düşündüğü erkeklere iç dünyasını açıyor ve onlara yaşadığı sıkıntılardan, sevdiği şiirlerden, televizyondaki programın kendisine hissettirdiklerinden filan bahsediyordu. Sohbet, duygusal bir kız ve onu dinleyen erkek arkadaş ekseninde devam ederken ikinci aşamaya geçiyor, bir anda erkeği iltifata boğuyor ve onun kendine ısınmasını sağlıyordu. Bir sonraki aşama ise kullanma aşamasıydı. Çanta taşıtmaktan kopya çekmeye, yazdığı şiirleri düzelttirmekten fondü, fajita hesabı ödettirmeye kadar geniş bir spektrum içerisinde sömürü mekanizmasını harıl harıl işletiyordu. Son kurbanı ise köy derneğinin pikniğinde tanıştığı bir akranı olan Amir’di.
O akşam yeni sahibim beni iki avucunun arasına alıp iyice düzelttikten sonra, ikiye katlanmış halde, özenli bir şekilde cüzdanına yerleştirdi. Nevinlere ders çalışmaya gitme bahanesiyle dışarı çıktı ve Amir’le buluştu. Konu komşunun görmemesi için Ümraniye’den Üsküdar’a geçtiler ve sahilde yürüyüp sohbet etmeye başladılar. Amir bir tuhaftı bu akşam. Hale’yle buluşacağı için okuldan çıktıktan sonra eve gitmemiş, beklerken de sağlığa zararlı birtakım içecekler tüketmişti. Arada bir ellerini göbeğinde kavuşturuyor ve Hale’nin çılgınca övdüğü İsmet Özel şiirini sanki duymuyordu. “‘Ben atlara ve uzaklara hayrandım’ diyor mesela, düşünsene bi, atlar uzaklara götürür insanı değil mi. Şimdi bir atın sırtında çöllere doğru uzanmak vardı. Her türlü çirkinliği arkada bırakıp dinginliğe koşan bir at. Uçsuz bucaksız ufuklar. Di mi. Amir? Sen beni dinlemiyo musun Amir?” diye sordu. Amir bir anda sıçradı ve canına tak ettiği için daha fazla dayanamayarak “ya Hale, ben çok sıkıştım ama yanımda param yok ya. Sende varsa biraz verebilir misin?” diye nefes nefese rica etti. İtiraf ettiği için kendini iyice koyvermiş, açık açık kıvranmaya başlamıştı. Hale şairane atların sırtında esen serin rüzgarı geride bırakıp bir anda mesanenin sıcaklığına düştü. Yaşadığı dumuru birkaç saniyede atlatıp “dur bakiyim, bende de bozuk yoktu ki” diye karşılık verdi. O an beni çantasının içinde avucuna aldı ve hayatında belki de ilk defa birisine karşılıksız para verecek olmanın çekingenliğiyle duraladı. Amir artık inlemeyi andıran sesler çıkarmaya başlamıştı. Akan salyasına aldırış etmiyordu ve “nolur yaah, özür.. dilerim” diye yalvarıyordu. O an Hale gayriihtiyari bir hareketle beni çantasından çıkardı ve “of al tamam al” dedi.
Amir beni almak için uzandığında, Hale’nin uzamış tırnakları ile sıcak, kaygan ve etli parmak uçlarına dokundu. O an sanki elektrik çarpmış gibi şoka girdi Amir. Hiç sevmediği ve anlamadığı İsmet Özel övmelerine bile işte böylesi bir an için katlanmış durmuştu. Aynı anda iki farklı bedensel hissin baskısı altında kalmaktan şapşala dönmüştü geri zekalı sahibim. Beni terlemiş ellerine aldı ve bütün gücüyle koşmaya başladı. Bir yandan kendini ilk camiye atmaya çalışıyor, diğer yandan da zamansız romantizmini kafasında diri tutarak kendisine gelecek aylarda kullanabileceği bir tutku yontmaya çalışıyordu. O parmak uçları hayallerinde büyüyecek ve Hale’nin ellerine varacaktı. Şu anda beni bütün gücüyle sıkan geri zekalı farkında değildi ki ben onun uçlarına dokunduğu elin tüm iç yüzeyini yüzümde hissetmiştim. Hale’nin elleri olduğu gibi bana dokunurken benim umrumda bile değildi, ama yumruklarını kasıklarına gömerek iki büklüm koşan şu aptal herif onun parmak uçlarından başlayarak Hale’yi resmen yaşıyordu. “Hale’nin elleri benim kapamamdı ulan!” diye bağırıp onu kıskançlık krizlerinde boğmak istiyordum ama o beni anlayacak durumda değildi. Son bir güçle kendisini sahildeki cami tuvaletine attı. Pantolonunu çözerken mesane kasları çoktan gevşemişti bile…
Amir pantolonunun ıslak yerlerini suyla sıvayıp tuvalet kağıtlarıyla kurulamaya çalıştı ve yaklaşık 10 dakika sonra kabinden dışarı çıktı. Beni kapıdaki amcaya teslim edip, 9 adet 1 lirayı almak üzere uzandığında, hala aklında taptaze duran Hale’nin parmak uçlarının yerini amcanın nasırlı, eğri büğrü elleri aldı bir an. Amir kızdı, artık Hale’nin parmakları parazitlenmişti. Onu kaybolduğu yerden çıkarmak için epeyce uğraşması gerekecekti.
Amir Hale’nin peşinden gitti, fakat Hale’yi yerinde bulamadı. Bir insana hasbelkader bir iyiliğinin dokunmasını kaldıramamıştı Hale besbelli ki. Amir’in attığı mesajlara cevap alamadığını biliyorum, fakat işin sonrasından haberim yok. Ben Hale’yi biraz tanıdıysam yine işlerini yaptıracak başka bir salak bulmuştur. Babasının kızı nitekim. Bana gelince, bir süre daha madeni para hakimiyeti altında kalmış çekmecede bekledim. Madeni para gibi kokmaya başlamıştım. Sonrası deterjan alışverişi için girdiğim market kasası, banka kasası, emekli bir dedenin pantolon cebi ve çamaşır makinesi şeklinde ilerledi. Şimdi ise balkon ipinde kurumayı bekliyorum. Güneş üzerime vurdukça karşı balkonda sigara içen adam sahte para testi yapmaya çalışıyor.
Gördüğünüz gibi hüzün hayatımdan hiç eksik olmadı. İçinde mutluluk geçen alışverişlerde mutluluğu satın alamadım. Parayla saadet olmaz diye başını sallayan arkadaşım, evet haklısın. Şimdi sizden bir ricam var. Lütfen koşun ve o Küçük Mehmet’i bulun. Kendisine benim yıkandığımı, temiz olduğumu ve artık beni ağzına sokabileceğini söyleyin. Ne olur size içini dökmüş bu samimi dostunuzu kırmayın kardeşlerim. Bu aşamayı geçince, ileride size çılgın övgüler yağdırmaya da başlayacağım…
Ahmet Yıldırım
Bir Cevap Yazın