1. KÜNDE TEKNİĞİ
İmam- Hatip Ortaokulunu bitirdikten sonra eğitim hayatıma başka bir şehirde devam etmem gerekti. Ailemle birlikte olamayacağım yeni bir şehir, yeni bir okul söz konusu olunca babam harıl harıl kalacak yer aramaya başladı. “Kız çocuğu, şehir dışı, kalacak yer, güvenilir, Allah esirgesin, tanıdık” başlıklarını girince etraftan herkesin tahmin edeceği benzer adresler veriliyordu. O, ilk aklınıza gelen değil. Hayır, gerçekten o değil. İsim vermem konusunda lütfen ısrarcı olmayın. Dikkatli bir okuyucu satır aralarından ipuçlarını bulur ve doğru sonuca ulaşır. Bunu bilir bunu söylerim.
Biz “tanıdık” seçeneğinden yola çıkarak kendi hemşerimiz olanı tercih sıralamasında başa aldık. Öyle ya aradığımız özelliklere sahip bir yer öncelikle Karadenizli birinin olabilirdi. Onlardan sonuca ulaşamazsak ancak diğerleri değerlendirmeye alınabilirdi. Çok aramadan bir hemşerimizin böyle bir yere sahip olduğunu öğrendik. İyi ki Karadenizliler var yoksa halimiz nice olurdu diyerek bir kez daha bizi Karadenizli yaratan Allah’a şükrettik. Daha hiçbir şey konuşmadan, görmeden kalacağım yer netleşmiş gibiydi. Ama yine de “kız çocuğu bu, ne olur ne olmaz, yine de bi gör, git bak” tavsiyelerine uyarak babam görüşmeye gitti. Akşama kadar görüşmenin neticesini heyecanla bekledim. Nihayet babam geldi. Beni yurda kaydettirmiş. Okul açılmadan bir gün önce orada olacakmışım. Giderken kişisel eşyalarımla birlikte iki nevresim takımı götürecekmişim. Paralar her ayın on beşinde elden ödenirmiş falan. Bunların dışında yurdun okula olan mesafesi ya da fiziki şartları hakkında hiçbir bilgisi olmayan babama neye göre kaydettirdiğini sordum. “Memleketten konu açıldı. Sen nerden, ben şurdan. Güzelim yaylalardan derken kendimi kaydettirmiş buldum. Bir ara yurdu soracak oldum. Öğrencilerin namazda olabileceğini söylediler. Sonra da TV kanalları varmış orayı gezdirmeyi teklif ettiler. Ondan sonra zaten ben yurdu falan unuttum. Stüdyolar, ışıklar, kameralar adam afallıyor.” dedi.
Hâsılı kelam, okul açılmadan bir gün evvel kişisel eşyalarım ve iki adet nevresim takımı ile tuttuk yurdun yolunu. Yurt diye gittik, terkedilmiş olduğu izlenimi veren alt katları bir takım esnafın depo olarak kullandığı çok katlı bir binanın en üst katında beş oda iki salon daire çıktı. Kalacağım odayı seçebilecek kadar özgürdüm. Beş odayı da gezdik. Bütün odaları gezip annemin geniş mekân tutkusu yüzünden en büyük ama en soğuk odayı seçerek “Alaska” eşrafının daimi üyesi olmayı seçtim. Bu odaya girilir ama çıkılamazdı. Üniversiteli olsam yeni gelenlerden birine kakalayabilirdim ama üniversitelilerin arasındaki tek liseli olunca biraz da kısa olunca olmuyordu işte. Oysa o yaz boyum neredeyse bir buçuk metre olmuştu. Boyumun ve liseye geçmiş olmanın bana sağladığı öz güven duygusu “Alaska” mahkûmu olmakla yıkılmıştı.
İlk akşam beş odaya sığan toplam yirmi iki kişi büyük salona çağrıldı. 19.00 sularıydı. Duvarda salonun büyüklüğüyle orantılı kocaman bir tablo asılıydı. Kısa sakallı bir amca profilden poz vermiş, uzaklara doğru bakıyordu. Diğerleri toparlanana kadar yanımda oturan hukukçu ablaya kim olduğunu sordum. “Hocamız, canımııız, her şeyimiz… lkhldkghldghl. Ona bakarak feyiz alıyoruz.” dedi. (Politik davranıp isim veremiyorum malum) “Ben hiç duymadım bu lkhldkghldghl’yi” “Duydun işte ablammm, şükret ki küçücükken duydun. Şanslı senii…” İyi bir şey öğrendim sanarak babamla gurur duydum. Az sonra herkes toparlandı. Tahminimce görevli gelecek ve uyulması gereken kurallar
, yurdun pardon evin düzeni, giriş-çıkış saatleri hakkında falan bilgi verecekti. Sonra belki sohbete eşlik etmesi açısından sıcak bir çay olabilirdi. Bizim beklentilerimizi sorsa hiç fena olmazdı mesela. Ama bunların hiçbiri olmadı. İğne hakkında hiçbir ön bilgisi olmayan çocuklara bile birkaç dakika sonra ilk kez duyacağı acıya dair “Hiç acımıycak!” denir değil mi? Adettendir. Bunca güzel adetlerimize rağmen hiçbir açıklama yapmadan, en ufak bir psikolojik hazırlık olmaksızın ev ablası hepimizin yerde bir daire oluşturmasını istedi. Eğlenceli geldi. Yirmi iki kişilik koca bir halka. Buz kırma cinsinden bir tanışma olmasını ümit ettim. Sonra ışıkları söndürelim, koridor açık kalsın deyince işlerin kötüye gittiğini düşünmeye başladım. Az evvel gurur duyduğum babam hakkında olumsuz hisler oluşmaya başladı. Duyabileceğiniz en donuk sesle “Herkes gözlerini kapasın.” dediği anda artık olayların akışına kendimi bırakmaktan başka bir çarem yoktu. Karanlıktan istifade ederek gözlerimi yarı açık tutabileceğimi düşündüm. Böylelikle olası tehlikeleri önceden görebilirdim. “Aman görüp de ne yapacaksın? Kurbanlıkların gözünü boşa bağlamıyorlar. Yum gözünü!” diye kurnaz yanımı azarladım. Etkili de oldu. Son duamı edercesine tespihimi çekiyor, af diliyor fakat imam-hatip ortaokulunu bitirdiğimden olsa gerek babama küfretmiyordum. Ta ki o pis sarı ışığın süzüldüğü kapı gıcırdayarak açılana kadar.
Gözlerim fal taşı gibiydi. Herkes buradaysa bu kimdi? Işık arkadan geldiği için mi yüzü kapkara görünüyordu yoksa kendi doğal rengi miydi? Elinde tepsi gibi bir şey tutuyordu ve tek elle tuttuğu için şıngırdıyordu. Ayaklarına ters mi diye bakayım dedim bi cesaret. Üç harfliler arasına düşmüş bir beş harfli olabilirdim. Eteği yerlerde sürünüyordu göremedim. Şıngırdama sesinin neden çıktığını kestirmeye çalışırken televizyonda dini bir ayin sırasında kendilerini şişleyen adamlar gözümün önünde fink atmaya başladı. Eveeet… Bu ses olsa olsa birbirine değen şişlerin sesi olabilirdi. O anda babalarına öfkelendiğinde hoş olmayan kelime kullanan insanları yürekten anladım. “Babaaaa!!! Allah senin… Nereye bıraktın beni yaaaaa!” diyerek içimden çığlıklar atıyor, feryad-u figan ediyor ama kimseye sezdiremiyordum. İlk geceden beni mi şişleyecekler yoksa Allah’ım? Kesin beni şişleyecekler, Küçüğüm, tazeyim ya… Şişleneceğim âna her geçen dakika yaklaştığımı düşünürken ev ablası “Rabıtayı mevt” dedi. Rabıta ne? Mevt ne? Hem rabıtayı mevt derken ki ses tonu ne öyle! Dinle dinle, halının altına kaç. “Şimdi Azrail geldi. Canınızı alacak. Ruhunuzun ayak parmaklarından yukarı doğru çekildiğini hissediyorsunuz. Bağırıyorsunuz ama kimsecikler duymuyor. Siz canınızla uğraşırken suyunuz ısınmaya başlamış bile.” Kısa bir sessizlik… “Oooo su soğuk, hiç alıştığınız gibi değil. Evveet, sağınıza üç defa…”O anda artık bulunduğum salonun çok uzağında tv8’in pilates stüdyosundaydım. Ev ablasının sesi uzaktan uzaktan kulağıma çalınmaya devam ediyordu. “Son nefes… Ver nefees…” “Pışııık ne vercem! Veriyim de geri alamayım di mi! Nefesimi öyle bir tuttum öyle bir tuttum ki artık bir pilates topuydum. Sonra kefenlemiş bir pilates topu oldum. Ama tabuta sığamıyorum. Yanlış anlaşılmasın muhterem cemaat. Merhume şişman değildi. Üzerine bıçak koymayı unutmuşlar, şişmiş… Oysa hep fit olmak isterdi rahmetli! “Nihayet mezara koyup üzerinize toprak atıyorlar. Siz hiçbir şey yapamıyorsunuz. Ve üzeriniz tamamen kapanıyor yalnız kalıyorsunuz. İşte gerçekle karşılaştın. Şimdi ne yapacaksın?” Ses tonu giderek kızgın bir hal alıyordu. “Kim kurtaracak seni?” Mezardaki pilates topu o anda “Allah” diyerek öyle bir patladı ki yanımda oturanlar bu şokla havaya sıçradı. Ev ablasının sesinin süt dökmüş kedi miyavlamasına gelişini hayal meyal hatırlıyorum. Bu patlama bana iyi geldi. Işıkları yakıp bu gidişe bir son vereceklerinden emindim. Ama dakikalar geçiyor durum değişmiyordu. Fena halde yanıldığımı sırtımı sıvazlayan elleri hissedince anladım. Bunların niyeti kesinlikle ciddi. Hız kesmeden devam ediyordu ayin. Ev ablası rabıtayı şeyhe geçeceğimizi söyleyip sesini ayrı bir tona ayarladı. Bir nurdan bahsetti ki uzun süre ondan ona
, ondan ona şırıl şırıl aktı aktı. En son bizim hemşeri olacak yurt sahibine geldi. “Böyle hemşeri olmaz olsun. Allah belanı versin. Bari köylülerinin çocuklarına acı!” diye karanlıkta seçemediğim resmine tükürüyordum. Anladığım kadarıyla bizim hemşeri bu akışkan nur ile diğerleri arasında bir çeşit trafo görevi görüyordu. Nur önce akıp ona geliyor o da oradan kafasına göre dağıtıyordu. Alınan nurdan sonra sesli zikir kısmına geçiliyor, statik halde duran nur bu aşamada artık kinetik enerjiye dönüşüyordu. Hem de ne enerji! Önce kısık sesle ve de ritmik olarak “Allah” demeye başladılar. “Allah’a şükür Allah diyorlar, korkma!” dedim. Sonra ses değişmeye ortalık hareketlenmeye başladı. Mıh gibi çakılmak ne demek ben orda öğrendim. Yanımdan biri oturur vaziyette geçiyor bir diğerinin dizi bana dayanıp kalıyordu. Az kenara kayınca açılan yoldan devam ediyordu. Çok bilinmeyenli bir denklem karşısında foslamış bir pilates topuydum artık. Az sonra sesi güzel biri bir ilahi patlattı. Kendime gelir gibi oldum. Kıpır kıpır enerjisi olan bu parçaya eşlik etsem mi etmesem mi bilemedim. Fondaki zikir sesinin baya yavaşlamış olduğunu fark etmeyecek kadar kendimi kaptırmışım. Hatta şişleri bile unuttum. Aşamalı olarak yavaşlamaya devam ettiler ve durdular. Evet durdular. Her şey bitmiş miydi yoksa yeni mi başlayacaktı? Kalbim güm güm atarken ev ablası “Işıkları açabiliriz.” dedi. Edison’u rahmetle andım. Halkanın dağıldığını anlamıştım ama bu kadarını beklemiyordum. Başta oturduğu yerde hala oturmaya devam eden tek bendim. Yanıma başka biri gelmiş. Yanımdaki tee nere gitmiş. Yav size ne oldu? Saç baş bi taraf olmuş. Aaaa!!! Tepsideki de şiş değilmiş. Cam tabakta lokum, bir sürahi ve bardaklarmış. Herkes hiçbir şey olmamış gibi yanındaki ile salavatlaşıp lokuma uzanıyordu. Lokumu yiyen su içiyordu. “Eee ne oldu şimdi? Kaç saattir ne yaptığınızı biri anlatsın ya!” dedim. Ablanın teki “Sadece yarım saat” dedi. Buna inanmam mümkün değil ama gerçekten de sadece otuz dakika olmuş. “Zikir çektik.” dedi ev ablası beni sarı ışıklı koridora doğru götürürken. “Haa ben de diyorum noluyo! Yanlış yere geldim o zaman ben. Bize yurt olduğu söylenmişti. Burası televizyonlardaki zikir evlerinden falan heralde” Ben konuşurken o, raftan bir kâğıt ve hb sınav kalemi aldı. Adımı sorup, listeden kontrol etti. İsmimin yanına işaret koydu. “Yanlışlık yok ufaklık! Doğru yerdesin. Tek taşla iki kuş vurdun. Nasip işi bunlar biliyorsun değil mi? Hem ev hem tarikat sahibi oldun.” Bana tek ev lazım bir de o taştan babam için…” Ne dediğimi anlayamadığını söyledi. “Ben diyorum ev kısmını vurup tarikat kısmını vurmasam da babamı mı…? Yani tek taş dedin ya madem ben tek ev kısmını vursaydım diye şeyettim…” “Sen boşa şeyetme canım benim… Aramıza hoş geldin!”
Ayşegül Gürbüz
Bir Cevap Yazın