“Rüya! Rüya! Buradayım… Biraz daha sağa… Sana göre sol olabilir… Biraz daha sola bak… Hah… Buradayım işte.”
Oturduğum sıradan Rüya’ya böyle seslendim. Beni fark edene kadar çok çaba harcadığımı belirtmem gerekir. Tüm sıraların dolu oluşu ve tek olacağımı tahmin edişi, beni bulmasını geciktiren etkenlerden sayılabilir. Yalnız şu da var ki bir tanıdığın sana sesleniyorsa, (üstelik o kişi seni seven biriyse) aranızda belli bir aşinalık, gizli ya da açık bir bağ var demektir. Öyle değil mi Rüya Hanım? Peki, o zaman siz niye size seslenirken beni fark ettiğinizde öyle garip bir tavır takındınız? Sizi şaşırtan neydi acaba? Sizi böy… ulan… Bay Takas… Günahınıza girdim Rüya Hanım. (Şu sizli bizli konuşmayı da bir tarafa atsak diyorum Rüya Hanım.) Tabi ya… Yanımda gördüğün, muhtemelen korktuğun adam şaşırttı seni. Tahmin etmeliydim.
Rüya, yüz ifadesi olağanüstü bir durumla karşılaşmış gibi bir halde yanıma gelirken Bay Takas da bir bana bir Rüya’ya bakıyor, bir şeye anlam veremeyen insanlar gibi çenesini kaşıyordu. Dalgana bak Bay Takas. Şuan umurumda değilsin. Çünkü tam karşımdan minik adımlarıyla dünyanın en güzel yürüyen insanı geliyor. O nasıl ahenkli bir yürüyüş öyle… Kırlardan çiçek toplamaya gider gibi bir tutkuyla, yeni olmuş meyveleri dalından koparmaya gider gibi bir coşkuyla, sevgiliye doğru koşarken kelebeği andıran duyguların ağır heyecanıyla… değil de sanki cenaze peşinden yürür gibi geliyordu Rüya. Yaklaştı, yaklaştı… ve işte yanımda…
“Sen mi geldin? Ben de Mert gelir sanmıştım.”
Mert… Hangi Mert? Ne Mert’i? Mert… Şimdi çıkardım seni Mert. Hani şu, yazları büyük şehirden gelen, tüm muhabbeti spor arabalar ve eski sevgilileri olan, uzattığı saçlarını ortadan ikiye ayırıp sağa sola artistik bir havayla sallayan, geniş ağzında çok yemek ve kahkaha atmak gibi iki beceri bulunan Mert… Tipsiz Mert…
Rüya,“Babam Mert’i gönderir diye düşünmüştüm.” dediğinde Bay Takas öyle bir kahkaha attı ki tüm terminal dönüp bize baktı. Sana ne oluyor gerzek herif. Aklı sıra düştüğüm durumla alay ediyordu gaspçı pislik. Babasının onu uğurlamak için bana ricada bulunduğunu, bu yüzden şimdi burada benim bulunduğumu, bundan onun da haberi olduğunu düşündüğümü dilim döndüğünce geveledim Rüya’ya. Kötü, çok kötü start almıştı bu veda. Başlangıcı böyle olan bir vedanın sonu kimbilir…
Sıranın ortasına oturdum. Çöktüm de diyebiliriz. Bay Takas her zamanki yerinde
, sıranın ucunda oturuyordu. Diğer yanıma da Rüya oturdu. Rüya yanımda oturuyordu. Gevşedim. Ne kadar umutsuz bir durumda olsam da yüreğimde bir şeyler yeşermeye başladı. Mert gereksizini çoktan unutmuştum. Rüya’nın yanımda olduğunun o tarifsiz bilincini iyice hissedince tüm sıkıntılar, hayatın bütün olumsuzlukları teker teker erimişti. O an şunu çok iyi anlamıştım ki insan ancak sevdiği bir şeye yakınken dünya denen bu çılgınlığa, bu cinnete göğüs gerebilir. Gerçi Rüya’yla yan yana olmam da büyük bir çılgınlıktan başka bir şey değildi. Bir yanımda Rüya, diğer yanımda… Bay Takas’a baktım… Sonra Rüya’ya baktım. Bir tarafa bakarken yüzüme utangaç bir gülümseme yayılıyor, diğer tarafa baktığımdaysa yüzüm, limonu yeni tadan bir bebeğin ifadesini alıyordu. Bir yanımdan kaynayan süt, diğer yanımdan bozulmuş yoğurt kokusu geliyordu.
Bir iki dakika süren sessizlikten sonra Rüya konuştu. Babasının bu ayrılığa katlanamayacağı için yolcu etmeye gelemeyişini; zaten hasta olduğunu, Allah korusun, başına bir şey gelmesinden korktuğunu; bu yüzden sabah erkenden evde vedalaşıp kasabaya indiğini; gün boyu saçlarını yaptırmakla uğraştığını; babasının beni görevlendirmesine (görevlendirmek!) şaşırdığını, buraya gelişimle gereksiz bir zahmete girdiğimi; bunun hesabını babasından soracağını; burayı çok özleyeceğini; başta ailesi olmak üzere akrabalarını, arkadaşlarını, sevdiklerini, Sibel’i, Sakine’yi, Nazlı’yı, Mert’i de çok özleyeceğini, onlara sık sık mektup yazacağını, bol bol arayacağını söyledi. Ben de yine gülmeye başlayan Bay Takas’a öfkeli bir bakış fırlattıktan sonra Rüya’ya dönüp, bu küçük kasabanın da onu çok arayacağını, yokluğunun sevenlerini derinden etkileyeceğini, hepimizin (hepimizin!) onu çok özleyeceğini titreyen sesimle anlatmaya çalıştım. Konuşurken ağlamamak için, ağladığımı anlamaması için büyük bir mücadele veriyordum. Yine de gözlerimin yaşlarla dolmasına mani olamamıştım. Rüya bunu fark etmişti galiba. “Neden” diye söze başladı ki hemen lafını keserek, “nedeni şu; baban, benim yerime onu yolcu ettiğin gibi, yine benim yerime de ağla, demişti bana. O yüzden ağlıyorum.” dedim. (İnsan ağlamaktan neden utanır?) Yüzüme bakan rüya, yaşları görünce büsbütün şaşırdı. Meğer, “neden bir başkası değil de sen geldin?” diye soracakmış. Hayda… Yine en başa dönüyorduk. Önüme bakıp, bilmediğimi söyledim.
Bir süre sessiz geçti. Rüya telefonunu çıkarmış onu kurcalıyordu. Bay Takas kendi halinde takılıyordu. Bense Rüya’yı bu yolculuktan vazgeçirecek bir şeyler bulmaya çalışıyordum. Aklıma olmadık şeyler geliyordu. Bir şey yapmalı, gidişine engel olmalıydım. Galiba bulmuştum. Aklıma parlak bir fikir gelmişti. Gitme diyecektim ona. Niye diye sorarsa da… Ne diyecektim? Sormamalıydı. Evet
, asla böyle bir soru sormamalıydı. Parlak fikrim, ancak gitme diyecek kadar etrafı aydınlatabilirdi. Bu durumda “niye” sorusu düğmeye basıp ışığı kapatmak olacaktı. “Gitme diyorsak bizim de bildiğimiz bir şey vardır elbet.” türünden bir cevap da verebilirdim. Ama bundan ötesi olamazdı. Saat altıyı kırk üç geçiyordu. Bir şeyler yapmalıydım. En azından… Böyle sessiz geçmemeliydi bu son dakikalar. En azından bir şeyler konuşmalıydık. Konuşmalıydık ama ne konuşacaktık. Pat diye gitme diyemezdim. Önce bunun altyapısını oluşturmalıydım.
“Buharlı mı?” diye sordum Rüya’ya.
“Ne buharlı mı?”
“Gideceğin gemi… Buharlı mı?”
“Otobüsle gidiyorum.”
Birden terminalde olduğumuzu dehşetle hatırladım. Bu nasıl bir aptallıktı böyle. Yüklendiğim saçmalığı beceriksiz bir gülümsemeyle örtbas etmeye çalıştım. Öte yanımda oturan ve cebinde yüz liramı taşıyan beyefendiye baktım. Bu sefer gülmüyordu Bay Takas. Halbuki her yenilgimin, her dibe vuruşumun ardından o tatlı gülümsemesini eksik etmezdi yüzünden. Ne olmuştu şimdi bu adama? Yüzünde, halime hem acır, hem de kızar gibi bir ifade vardı. Bu adamın sağı solu belli olmuyordu.
Dakikalar bir bir eriyordu. Otobüsün gelme vakti, gelip Rüya’yı buralardan koparıp uzak diyarlara götürme vakti yaklaştıkça umudum da çaresizliğim de iki katına çıkıyordu. Zaman dar olsa da hala bir şeyler yapılabilir, veda edecek olanın gidişi engellenebilirdi. Zavallı aşık… Gözlerinin önünden aydınlık günün kaybolup gitmesini istemez. Ama karanlığın çökmesine de engel olamaz. Burada birazdan, her gün olan, her günün sonunda yaşanan şey tekrarlanacaktı. Umutsuzdum. Telefonuyla ilgilenen Rüya’ya baktım :
“Hava sıcak olmasına rağmen terlemişsin.” dedim ona.
Temmuz sıcağının altında bir süre o da ben de, hatta Bay Takas da kurduğum bu son cümleyle ne demek istediğimi anlamaya çalıştık. Bay Takas’ın patlattığı kahkahadan; Rüya’nın, onunla dalga geçip geçmediğimi sormasından sonra demin ne demek istediğimi en son benim anlayacağıma kanaat getirdim. İşe bak… Kendi söylediğim bir şeyi üçümüz arasında en son ben anlıyordum. Asıl can sıkan bu değildi üstelik. Pervasızca ortaya salladığım cümlenin saçma sapan olmasıydı moral bozan.
Rüya, “Bavulum! Bavulum nerede?” diye feryadı basınca deminden beri yapmak istediğim hamlenin kendi ayaklarıyla tıpış tıpış bana geldiğini düşünerek sevindim. Nasıl sevinmeyeyim, durum lehime dönüyordu. Seni unutkan tatlı şey! Rüya’nın bavulunu unutması harika bir gelişmeydi. Adeta feryat ettiğine göre, içinde mühim şeyler vardı demek ki bavulun. Tek dileğim, onu gitmekten vazgeçirecek derecede önemli olmasıydı içindekilerin. Saat altıyı elli iki geçiyordu. Gitmeyebilirdi Rüya. Dünyalar benim olmuştu. Ama durumu da çaktırmamam gerekiyordu. Moralim bozulmuş, duruma üzülmüş gibi davrandım. “Şaşkınlığın da böylesi” dedim ona; “bavulu nasıl unutursun Rüya? Vakit de daraldı iyice. Artık yapacak bir şey yok.” Rüya öfkeyle bana bir şeyler söyledi. Arka arkaya kurduğu uzun cümlelerde kızgınlığının hedef noktasını ben oluşturuyordum. Yok efendim, bavul terminale gelecek kişiye teslim edilecekmiş, bu durumda o kişi ben oluyormuşum, o halde bavul neredeymiş filan… Bir dakika… Ben… Ey yeryüzünün bütün cadıları! Gelin… Gelin de şuan kafamda kaynayan kazana iki zencefil de siz atın! Tabi ya… Bavul bana teslim edilmişti. Bavulu unutan bendim. Bunu bilerek yaptığımı düşündüğünden midir nedir, Bay Takas yüzüme bakıp “yazıklar olsun” der gibi bir işaret yaptı. Hayır, aklımdan böyle bir cinlik geçirmemiştim. Masumdum.
“Ben budalanın tekiyim. Affet beni Rüya. Nasıl unuttum bilemiyorum. Çok… Çok önemli miydi içindekiler?”
Rüya ağlamaklı bir sesle, “makyaj malzemelerimin hepsi bavuldaydı.” dedi.
Sesimi olabildiğince kısarak, ama onun da duymasını sağlayarak, “sen böyle de güzelsin.” dedim. Sonra, o gidene kadar başımı kaldırmamaya karar vererek yere baktım.
Saat altıyı elli yedi geçiyordu. Otobüs gelmek üzereydi. Tam karşımızdaki peronda topuyla oynayan bir çocuk dikkatimi çekti. Yanında annesi, babası ve ablaları olduğunu düşündüğüm birkaç kişi vardı. Muhtemelen birazdan otobüse binip gideceklerdi buradan. Belki de bir yakınlarını bekliyorlardı. Yaramazlık edip duruyordu çocuk. Çok hareketliydi. Ailesi de onun bu durumuna artık alışmış olacak ki ses çıkarmıyorlardı ona. Bense çocuğun topa vuruş tekniğine bakarak
, onun gelecekte futbolcu olamayacağı gerçeğini şimdiden kestirebiliyordum. Her vuruşunda, atmak istediği yerin metrelerce ötesine düşüyordu top. Al işte, şimdi de park halindeki otobüslerden birini hedef almış, fakat vurduğu top bana kadar gelmişti. Ayaklarımın dibine kadar seke seke gelen topu yerden alarak ellerimde tuttum. Çocuk, “topu at, topu at; çabuk bana topu at” gibi komutlarla okuma fişlerini silah gibi üzerime doğrultuyordu. Babası daha kibardı; “lütfen topu atar mısınız” dedi bana. Çoktan öfkesi yatışan Rüya, telefonu da elinden bırakarak bütünüyle bana yöneldi. Belli ki bu durum dikkatini çekmişti. Bay Takas da öyle. Fakat o dikkatini vermekle kalmıyor, aynı anda sırtımı da sıvazlayarak ne denli mühim bir iş üstlendiğimi doğruluyordu adeta. Bense göz ucuyla Rüya’yı kolluyordum. Durumun nasıl neticeleneceğini bekliyor gibiydi. Heyecanlandım. Rüya’nın ilgilendiği bir konunun başrolünde ben vardım. Ağır ağır ayağa kalktım. Yapacağım kahramanlığın hemen sona ermesini istemiyordum. Tadını çıkarmak istiyordum bunun. Meşin yuvarlak ellerimin arasındaydı. Topa nasıl vurulurmuş gösterecektim herkese. (Herkes: Rüya) Bay Takas elini kalbine götürmüş bana bakıyordu. Pislik herif, benim gibi heyecanlanmıştı. Çok geçmeden yan sırada oturanların da dikkatini çekti durum. Yolcular, bekleyenler, herkes… Tüm terminal bana odaklanmıştı. Son kez Rüya’ya baktım. Onun o cesaret veren, ilham veren, sonsuzluğu vaat eden bakışları altında son hazırlıklarımı yaptım. Çocuğa geri atacağım topu sağ elime aldım. Sağ ayağımı da ona vurmak için yerden kaldırıp geriye doğru uzattım. Elimle topu hafif yukarıya doğru salıverdim ve yere düşmeden geriden hızla salladığım ayağımla abandım ona. Top havada süzülürken, onunla beraber bir başka nesnenin daha çocuğa doğru uçtuğunu gördüm. Ayakkabımdı bu. Toptan daha ağır olacak ki önce ayakkabım düştü çocuğun yanına. Peşinden de top… Bay Takas… Ayakkabılarımın bağcıklarını aldığını unutmuştum. Bağcıkları olmayan ayakkabıyla topa vurmanın bedelini yerdeki küçük taşların acıttığı ayak ödemiyordu yalnızca. Sen rezil olmak nedir bilir misin Bay Takas? Bilmezsin, çünkü rezaletin kendisi sensin. Haydut herif. Terminalde ne kadar insan varsa hepsi gülüyordu. Rüya’ya bakmıyordum bile. Bakacak yüzüm mü vardı ona. Ayakkabıyı almak için gitmeye cesaret edemedim. Olduğum yere çöktüm yine.
Saat yediyi beş geçe otobüs geldi. Bay Takas, ödevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla ayrıldı terminalden. Rüya otobüse binerken, “hoşça kal Ömer.” dedi. Biraz sonra otobüs hareketlendi. Gözden kaybolana kadar baktım ardından. Sonra ellerimi cebime attım. Sağ ayağımda ayakkabı olmadan başıboş dolaştım sokaklarda.
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın