Çocukken yaşadığım en büyük streslerin başında karne stresi gelirdi. Her karne dönemini karnım ağrıyarak geçirirdim çünkü dersleri öyle çok iyi bir talebe değildim ve bu Halitpaşa Mahallesindeki müstakil evimizde birtakım sıkıntılara sebep oluyordu. Aslına bakılırsa derslerim çok da kötü değildi fakat bir türlü kafamın basmadığı matematik her seferinde karşıma çıkıyor, adeta başımın belası oluyordu.
İlkokulda derslerim çok iyiydi. Sosyal zekam olsun, görsel zekam olsun işimi görüyordu. Hasılı bende sözele karşı bir istidat olduğu belliydi. Bir keresinde öğretmenimizin verdiği elli soruyu cevaplarıyla beraber ezberlemiş ve sınıfın en çalışkanı ve dahi en zengini (sınıfsal analiz kasıyorum) Ali Hazar’ın bu elli sorudan kırk dokuzuna doğru cevap verip birine yanlış cevap vermesini tarihi bir fırsat bilerek elli de elli cevapla tüm dikkatleri üstüme toplamıştım. Ali Hazar bana sinir olmuştu, sınıfta kopan alkış tufanı sebebiyle ben de kıpkırmızı olmuştum. Aynı şey tekrar nasip olmadı ki, bunu hala önüme gelene anlatıyorum.
İlkokuldaki güzel günleri orta birinci sınıfta da devam ettirmiş ve orta birin her iki döneminde de takdir belgesi almıştım. Ne olduysa orta ikiden sonra oldu ve ben o dönemde Kars’ta kendilerine “cello” diye tabir edilen ve sınıfı birbirine katan arka sıraların müdavimlerinin arasına karışmaya başladım. Bir nevi çete gibi olan bu çocuklar ilginç bir şekilde beyaz çorap giyiyor ve teneffüslerde bol bol kavga edip ortalığı birbirine katıyorlardı. İlk iş, kendime bir çift beyaz çorap tedarik edip racona ayak uydurmaya çalıştım. Fakat beyaz çoraplar insanı kavgada kurtarmıyordu ve her seferinde bir vuruyorsam beş tane fazladan yumruk, tekme yiyordum. O dönemde aynı mahallede oturduğumuz okulun müdür yardımcısı Özdemir Amca, yani orta bir performansımdan memnun olan Özdemir Amcacığım, yaşadığım değişim sonrası derslerden koptuğumu farketmiş olacak ki beni “naber lan turist ömer?” diyerek iğneliyordu.
Orta ikide matematiğim zayıf geldi… Mahallede yan yana evlerde oturduğumuz ve aynı sıralarda okuduğumuz can dost güzel insan ise beşleri takır takır dizmişti. Üstüne bir de takdir belgesi. Ooff off
, bu bana yapılır mıydı…
Karneleri alıp evin yolunu tuttuğumuzda beni acayip bir korku sardı. Eğer bu karneyi evdekiler görürse beni haşlardı
, şüphe yoktu. Üstüne üstlük benden iki yaş büyük ablamın da karnesi çok iyiydi ve o da her seferinde takdir alıp beni dara düşürüyordu. Hata elbette onlardaydı; ne var yani arada teşekkür alsanız ya da hiç almasanız kardeşim…
Karneyi elimde bir kor tutar gibi tutuyor ve kafamda dolanan tilkilerin çıkardığı sese mani olamıyordum. Önümde iki seçenek vardı: ya gerçekten dürüstçe karnemi evdekilere gösterip, güzelce zılgıtımı, en kötü sopamı yiyip kenarda oturacak, hakkı tutup kaldıracaktım. Ya da karneye öğretmenlerimin kalemle yazdıkları notlarımı değiştirip bir olan matematik notumu beş yapacak ve yaz tatilini kurtarmış daha da mühimi evdeki buhrandan kendimi sıyırmış olacaktım. İkinci seçenek şimdiki tabirle “etik” değildi. Dokuz kusurlu hareketten biriydi. Diğer taraftan bir an önce düşünüp harekete geçmem gerekiyordu. Fazla zamanım yoktu. Elbette ben hiç düşünmeden ikinci seçeneğe odaklandım ve evde kimsenin olmamasını fırsat bilerek karnemdeki matematik notumu 1 iken 5 yaptım. Sanatsal bir çalışmaydı ve bununla yetinmemiştim. Zehri almıştım bir kere. Oldu olacak takdir belgesini de yanına ekleyeyim dedim. Belgedeki tarihler üzerinde yine bir cerrah gibi hassas çalışmak suretiyle operasyonu bitirdim. Şimdi hazırdım. Annem ve babam eve geldiğinde hızlı bir şekilde karnemi onlara gösterip daha sonra karneyi ve belgeyi imha etmeyi planlıyordum. Fakat bir sorun daha vardı, sınıf arkadaşıma “Murad ne aldı?” diyenlere onun vereceği cevabın “takdir!” aldı olması gerekiyordu. Mazallah “karnesinde zayıfı var ehi ehi” derse ipimi çekmiş olacaktı. Fakat, evet bingo, o krizi daha arkadaşımla yolda gelirken çözmüş, kendisine benimle ilgili suallere “takdir aldı” demesini cebren ve hile ile dahi olsa salık vermiştim. Allah razı olsun gram şaşırtmadı beni.
Her şey güzeldi… Gelgelelim bu karneye annem, babam, ablam bakacaktı ve onların gördükleri manzara karşısında “bu karneyle birisi oynamış” deme ihtimalleri vardı. Eğer mevzuya uyanırlarsa halim dumandı. Hem zayıf getir hem de aileni kandırmaya çalış. Olacak iş mi… Ama oldu, ne annem ne de babam sorun çıkarmadı. Ablamın pek gönlüne sinmese de sesini çıkarmaması kırılma noktasıdır.
Herkes karneme baktıktan hemen sonra nasıl olduysa kardem kayboldu. Allah Allah. Eve gelen misafirlerden karnemi görmek isteyenlere “karnemi kaybettim amca, nasıl oldu ben de anlamadım, evin içinde ama nerede” gibi salağa yatar vaziyette verdiğim cevaplarımın kıkır gülüşmelere sebep olmasını dert etmedim tabii. Ben alacağımı almıştım. Fakat o yaz beklemediğim bir durum gerçekleşti ve babam beni Zarif Amca’nın marketine çırak olarak verdi. Sabah 7 gece 23. Hayattan soğumama sebep bir çalışma temposuna girmiştim ve çok yoruluyordum. Maksat benim derslere asılmam idiyse
, buradan babam karneye inanmamıştı sonucu çıkıyordu. O yaz arkadaşlarımla çok az vakit geçirdim. Sürekli çalıştım ve yaz böylece bitti. Orta üçte bu sefer beklenti “artık akıllanmıştır” olsa da bende değişen bir şey olmadı ve orta ikideki karneye benzer bir karneyle eve geldim. Bu sefer atraksiyona girmeye üşenmiş olacağım ki bir güzel sopamı yedim ve dayak yeme konusunda git gide tecrübe sahibi olduğumu kavramaya başladım. Özdemir Amca da zaten benden ümidi kesmişti.
Yıllar boyu aynı karneleri aldım durdum. Çalışa didine gittiğim üniversitenin açılmış olmasıyla açılmamış olması arasında bir fark yoktu; hayatıma kattığı yegane renk üniversitemin adını söylediğimde milletin suratında beliren memnuniyetsiz ifadeydi. Şimdilerde işyerimden aldığım takdir belgemi içimde kalan tebrik edilme hevesimi dindirmek için babamlara, amcamlara, dayımlara, bir umut herkse götürüyorum. Oralı bile olmuyorlar, dövmüyorlar bile.
Murad İstanbuli
Bir Cevap Yazın