Dümdüz bir adamdım ben. “Nelerden hoşlanırsın?” diye sorsalar, “eee kitap okumak, kitap okumak, evde oturmak, bi de yemek yemek” dışında herhangi bir cevap veremez, üstüne komikmiş gibi hafifçe gülerdim. Uzun lafın kısası kitap okumak dışında hiçbir hobim yoktu ve aslında bu, okuyan ve okumayan herkesin ortak hobisiydi. Kararsızlıksa ekürimdi, kankamdı, can dostumdu. Ben “hangi yemeği istersin?” diye sorulduğunda bile “şu olsun, bu olsun” diyemeyen, “bu akşam ne yapalım?” dendiğinde hiçbir şey isteyemediği için dudakları “evde oturalım” demek üzere aralanan bir statüko insanıydım. Konuşurken hangi kelimeyi kullanmam gerektiğine karar veremediğimden, öldüyse toprağı bol olsun, Mesut Yılmaz gibi yarım saatte bir cümleyi ancak toparlayabiliyordum. Hatta cümlenin başını unuttuğum için kurduğum cümlenin afedersiniz kıçı-başı ayrı yere gidiyordu. Sevdiğim bir insan köpürte köpürte nasıl ağır hasta olduğunu anlattığında da zorda kalıyordum mesela. “tabi çok zor, zor… Allah yardım eylesin… Fazla acı çektirmesin” diyerek hastaya yancılık edip canını mı sıksam; yoksa “yok be abi, maşallah domuz gibisin domuz” diyerek zıtlaşma pahasına moral mi versem, bilemiyordum. Yani zevklerim yeterince gelişmediği gibi, tercih yapabilme yeteneğim de henüz ben doğmadan ölmüştü.
O akşam, hayatıma yepyeni bir renk katacak o kutlu akşam, tekdüze hayatıma hareket getirmesi için CV hazırlıyordum. CV, düz lise çıkışlı insanların bildiği diller kısmında “çok iyi İngilizce”, kullanmayı bildiği programlar kısmında da “Winrar” yazdığı Cerbeze Vesikası’na verilen isimdir. Fakat ben yalan söylemekten kaçınmakla kendi kendime erdem taslayan bir insan olduğum için, Hobilerim bölümünü doldurmaya niyetlendiğimde kurdeşen dökmeye başladım. Dakikalarca düşündüğüm halde kitap okumak ve araştırma yapmaktan başka hiçbir şey yazamıyordum. Yemek yedikten sonra ağızda kalan parçaları yalanmak, burun karıştırmak, evin içinde dolap beygiri gibi sağa sola yürümek ve elleri sırta koyup geriye doğru kaykılarak omurga kütürdetmek gibi günlük hayatımın zevkli birer parçası haline gelmiş alışkanlıklarım da, va esefa, hobi nevinden sayılmıyor, toplumca dışlanıyordu.
Bir an, içimde bir kaynama olduğunu hissettim. “Nalet olsun bu gidişe!” diye patladım. Şu kısma göğsümü gere gere yazabileceğim bir özelliğim olmalıydı. Derhal nasıl bir hobi edinebileceğimi düşünmeye başladım. Adrenalin uğrunda riske girecek kadar kafayı yemediğim için dağcılık olmazdı. Canı çok kıymetli olan azılı bir garanticiydim, dövüş sporlarında dayak yeme ihtimalini göze alamazdım. Kulağıma su kaçmasından korktuğum için yüzmeyi, ter kokmak istemediğim için de basketbolu eledim. Fakat pek ala müzikle ilgilenebilirdim! Müzik kulağım iyiydi. Detone olmadan şarkı söylemeyi becerebiliyordum, ki bu beni parti kursa baraj altında kalacak seçkin bir azınlığa ait kılıyordu. “Şarkıyı şarkı yapan aranjmandır abi” gibisinden ahkam da kesebiliyordum. Fakat solistlik Kibariyelerin, Kahtalı Mıçıların, bilemediniz Petek Dinçözlerin işi olduğu için bana göre değildi. Entelektüel bir adam bağıra çağıra şarkı söyleyemezdi. Tabii ki enstruman çalacaktım. Peki hangi enstrumanı seçmeliydim? Hatırlayın dostlarım, size düz adam olduğumu açık yüreklilikle söyledim. Muhafazakarlar ney üfler, fırlamaylar gitar çalardı bu dünyada. Her iki kategoriye de uyan biri olarak, gitarı seçtim çünkü üflerken başım dönerdi, bayılır giderdim Allah korusun. Enstrumanım gitar olacaktı. Yeni yüzyılın Joaquin Rodrigo’su yola çıkmak üzere hazırdı.
İsmek’çi gitar hocalarından birinin tavsiyesiyle bir gitar tedarik ettim. Bereket versin ki hoca dandik mala bir sürü para döktürüp perde arkasında komisyon paylaşanlardan değilmiş. Gitarım kaliteli ses veriyordu. Onu o kadar çok sevmiştim ki her düz adam gibi ben de ona bir isim vermiştim. Tellerin arasındaki deliğe ezan okuyarak koyduğum isim Jonathan’dı. Şimdi düşününce, bu ismi “th” sesini gereği gibi telafuz edebilmenin verdiği batılı karizmasıyla hava basmak için seçtiğimi zannediyorum. Jonathan’ı kucağıma aldığımda sağ göğsümü gitar gövdesinin oyuğuna denk gelecek şekilde yaslıyor ve onu sıkı sıkı kucaklıyordum. Onu karnıma öylesine gömüyordum ki uzaktan bakan biri gitar çalmak yerine pek ala göbeğimi gıdıkladığımı düşünebilirdi.
İlkokul yıllarında telli çalgıların mantığını kapmıştım. Flütün deliklerini tıkamak yerine perdelere basıp diğer elle tele vuruyorduk. Avrupa medeniyetini inşa eden isimlerin elinin altından geçen bu haşmetli aletle Yağ Satarım, Bal Satarım ve Daha Dün Annemizin isimli eserler işte böyle icra ediliyordu. Gitarımı aldığımda da bir süre bu şekilde, dın dın dın diye çaldım. Parmaklarım yeterince hızlı hareket edemediğinden sol elimi kaydırırken çıkan viyunk, vuyink gibi sesler ve iyi basamadığımda husule gelen cızırdamalar moralimi bozuyordu. Fakat çalışa çalışa bu durumu düzelttim. İsteyince ne olmuyordu ki bu cömert dünyamızda, ey gönül dostları?
Gelgelelim; yanlış giden şeyler olduğunu fark etmem fazla vakit almadı. Şarkılarda gitarlar benim çaldığım gibi çalınmıyordu. Akor basabilmeli, birkaç tele aynı anda vurarak ritimler çıkarmalıydım. Üniversiteden arkadaşım Halil bu işlerden iyi anlıyordu. Onun bu bilgisi bir işe yaramalıydı. Birgün gitarımı kaptığım gibi ona gittim. “Abi şunu bana bi öğretsene be, ben dın dın dın diye çalıyorum ama bu iş öyle olmuyo galiba” dedim. “Ahah ‘tab’ ile çaldığını söylüyorsun sen” diyerek beni bozdu ve “tabi abi
, ayıpsın” diye ekledi. El mahkum olmasa bu ukalalığın altında kalmaz, gitarı kafasına geçirdiğimle karpuz gibi yarardım ya, yaralı parmağa bile ücretsiz bevledilmeyen bir dünyada yaşıyorduk. Beleşe talip olan aşağılanmayı da sineye çekecekti.
Halil beni odasına götürerek kolçakları olmayan bir sandalyeye oturttu. Parkenin üstündeki sandalye ben oturunca geriye doğru kayarak gaz çıkarır gibi bir “do” sesi verdi. Yüzüm kızarmıştı. O sesin benden gelmediğini ispatlamam gerekiyordu. Kucağımdaki gitarla derhal ayağa kalktım ve tekrar otururken sandalyeyi kasten kaydırdım. Zort sesinin sandalyeden çıktığını böylece ispatlamıştım. Halil için bu onur mücadelemin bir anlamı var mıydı bilmiyorum. Ama “Gitar yakışır be abi, sahillerde kız mı tavlayacaksın” deyip gülerek beni utandırmaya çalışmasına bakılırsa şerefimi kurtarmamla pek ilgilenmemişti. “Ne karısı kızı abi ya, eve akran arkadaşlar geldiğinde çalıp eğlenebilsek yeter. Beni ne zannediyosun lan sen şerefsiz” diyerek gitardan beklentimi muhterem öğretmenime nezaket çerçevesinde izah ettim.
Halil bana tab, arpej (akor tellerinde tek tek dolaşmak), bare (sol işaret parmağıyla bir perdedeki bütün tellerin üstüne basmak), kapo (bare yapan alet) gibi bazı temel terimleri öğrettikten sonra Dm, Em, C, Am, G gibi basit akorları gösterdi. Bu akorları kullanmam için yeni başlayan herkese öğretilen Cesaretin Var Mı Aşka, İstanbul’da Sonbahar, Bana Esmeyi Anlat falan gibi şarkıları da öğretti.
Eve döndüğümde havaya çoktan girmiştim. Günde 2 saat kadar odama kapanıyor, belki 10 defa akormerkezi.com sitesine giriyordum. Burası yüzbinlerce şarkı sözünün mısraları üstünde Bb, G, Cm, Dm gibi şeyler yazan, bütün şarkıların altlarındaki yorumlarda da “emeğine sağlık ama akorlar yanlış”, “Bu akorlara yanlış diyen sağırdır kulaınız nerenizde acaba xD saol kanka çok güsel bakma bunnara”, “Arkadaşlar özür dilerim, henüz yeniyim. Bunun ritmini bilen varsa yazabilir mi? saygılarımla” ve “ritimleri dinleyerek bulucaksınız bulamıyorsanız zaten bırakın gitarı ıslık çalın :D” denilen bir siteydi. Benim heyecanla aradığım yorumlarsa “aayyaayy”, “aayaayayy”, “ayaaya” gibi şeyler yazan yorumlardı. Sağlıklı bir insana tedirginlik veren bu harf dizileri, bana akor ritimlerinde bileğin aşağı mı indirileceğini, yukarı mı kaldırılacağını söylüyordu.
Ben böyle böyle epeyce bir şarkıyı çalmayı öğrendim. Herşey harika gidiyordu. Sanat hayatımda önüme çıkan basamakları azimle tırmanıyordum. Gerçi sanat aleminin tepelerine doğru uçarken, annemin odama gelip “ayağına çorap giy oğlum, üşüyüp hasta olacaksın” demesi müstakbel Rodrigo’nun kanatlarını kırıyordu ama yine de iyiydim. Öte yandan hayatım süratle değişiyordu. Repertuarım durup dinlenmeksizin gelişiyordu. Metallica’nın üstüne Burcu Güneş’i, Şol Cennetin Irmakları’nın üstüne Ciao Bella’yı, rahmetli selefim I. Rodrigo’nun Gitar Konçertosu üstüne izlemediğim piyasa dizinin lüzumsuz müziğini ekleyebilecek bir birikime ulaşmıştım. Müzik zevkim git gide çöp bidonunu andırıyordu. Artık şarkıları kulaklıklarla dinliyor ve sözlerden çok, gitaristlerin ne yaptığına dikkat kesiliyordum. Şarkıları dinlerken sağ bileğimi ritmik olarak aşağı yukarı sallamaya başlıyor, resmen havayı çalarken kendi kendime el hareketi yapıyordum. Çocukluğumda ud zannettiğim bas gitarın bir hayranıydım. Klavye veya yaylı gereken yerlerde, hmm hmm hmm, hmmm hmm hmm diye müzik aleti taklidi yapmak benim için anormal değildi. Jonathan’ı rahat tıngırdatayım diye tırnaklarımı da uzatmaya başlamıştım. Simetri bozulmasın diye iki elimin tırnaklarını da uzun süre kesmedim. Bu rezillik, uzayan tırnaklarım hafifçe kırılıp yataklara, süngerlere, çoraplara hırş diye takıldıkça kamaşan dişlerime direnemeyip hepsini kesene dek sürmüştü. Basit melodili, az notalı, sözlerini tam bilmediğim parçalar için uydurduğum sözler ise kendimi iyice güftekâr gibi hissetmemi sağlıyordu. Mesela “yandım Allah söndür beni / Nur içine daldır beni / Sur içinde gömdür beni / Derde derman ey sultanım” ilahisinden sıkılanlar için, “Heberde hüberde / İki ucu bi yerde / Devriyeler sardı da bizi / Meğer kaderim böyle” şeklindeki türkümü de çalabilirdim. Yalnız yeteneğimi başkaları önünde sergilemem istendiğinde yeni gelin gibi kızarıyordum. Oldum olası sokaklarda çalıp söyleyenlere dilenci, sahil kumrularına da zibidi diye burun kıvırmıştım ve onlara benzemekten korkuyordum. Üstelik başkasının önünde çaldığımı düşünmek, insanların önünde çırılçıplak kalmak gibi utandırıcı geliyordu bana. Arkadaşlarım sanatçı tribine erken girdiğimi düşünerek inceden uyuz oluyordu.
Gitar çalan bir insan, çevresinde gitar çalan diğer insanlara yanaşmaya başlar. Ben de bir anda yeğenim Emir’le sıkı bir yakınlık kurdum. Bildiklerimi göstererek onu kendi seviyeme getirdim. Artık birbirimize her gidip geldiğimizde gitar başında nefes tüketir olmuştuk. Diğer aile bireyleri ile doğru dürüst bir bardak çay bile içemiyordum. Sohbetlerin daima dördüncü dakikasından önce gelen “okul ne zaman bitecekti senin?” sorusunu bile duyamıyordum. Yeğenimle senfoniler besteleyip konçertolar mı öttürüyorduk? Ne gezer dostlarım. Birbirimize saatlerce “şu şarkıyı biliyor musun?” “Hayır bilmiyorum sen şunu biliyor musun?”, “Kıro musun oğlum o ne? Şuna ne dersin?”, diye şarkı ismi sormaktan bıkmıyor usanmıyorduk. İki insanın birbirine iki saat boyunca bu soruları sorduğu bir muhabbete inanın tahammül edemezsiniz. İkimizin de ortak bildiği bir şarkıyı bulup üzerinde çalışmak mümkün değildi. Ben Eagles, Styx, Depeche Mode dediktçe o beni Lady Gaga, Justin Bieber, One Direction ile karşılıyor; ben Haluk Levent, Sibel Bilgiç, Asya diye atak yaptıkça o Hande Yener, Kolpa, Mabel Matiz diye cevap veriyordu. Nesilleri birbirine kenetleyen tarihi Barış Manço köprüsü yerle bir olduğunda birbirimize ulaşmamız imkansızlaşacaktı. Türk neslinin bozulmasından hiç bu kadar sıkıntı duyduğumu hatırlamıyordum. II. Rodrigo, sanat hayatının sonbaharına girmekte olduğunu bu müzakerelerde anlamaya başlamıştı aslında. Repertuarım ölümsüz klasikler yerine, yarın unutulacak gündelik çerezlerle genişliyordu. Bu benim gibi bir beyin için çekilir işkence değildi.
* * *
Jonathan’dan tiksindiğimden ve onu sapını parçalayarak tarihe gömmek istediğimden emin olmam için 2 ayın geçmesi yeterli olmuştu. Tellere basmaktan nasır bağlayan sol parmak uçlarım, otuz yıldır sanayide kaporta işleri yapan Vahit abi parmağına dönmüştü. Parmağımdaki zımpara kağıdının yumuşaması 3 ayımı alacaktı. Gitar çalmayı bilmeyenler için fake gitarlar üretilip içine playback yapmak üzere yüklense üreticisini zengin edecek olan, İbrahim Tatlıses’in bile söylediği dandik Akdeniz Akşamları için bare basacağım diye 6 tele birden bastırdığım sol işaret parmağımda bir sürü eklem çizgisi oluşmuştu. Üstünde soğan doğranmış mutfak tahtası gibi, ne bileyim, üçüncü el protez parmak gibi taşıyordum parmağımı. Üstelik “Gitar çalanlar parmak kanseri oluyormuş” diyen bir arkadaşım, daha önce duymadığım bir hastalıkla ödümü patlatmıştı. Arkasında yaprak hışırdasa korkudan topukları kalçasına çarpa çarpa kaçabilecek bi adamdım nihayetinde. Hele de, çalıp söylediğim amatör kayıtların kazara birilerinin eline geçebileceğini düşündükçe, kafam veya Jonathan’dan en az biri kırılana kadar gitara kafa atma hayali kuruyordum. Bu öyle bir utançtı ki, yarın birgün hasbelkader ünlenip de bir televizyon programına katıldığımda; “Sayın seyirciler, Ahmet Yıldırım’ı hiç böyle duydunuz mu? İşte Sayın Yıldırım’ın çok yönlülüğünü gösteren, daha önce hiçbir yerde duymadığınız arşivlik bir kayıt” zevzekliğiyle kayıtlarım dinletilecek olsa, hiç de “ayy çok duygulandım, çok mutlu oldum şu an. Bu ne güzel bir sürpriz? Siz bunları nerden buldunuz ihih?” diye samimiyetsiz bir mutluluk tablosu sergilemezdim. Bilakis “Ananın… Kapatın şunu! Derhal kapatın Allah belanızı versin! Bu ne laçkalık? Ne yaptığınızı sanıyosunuz lan! Yaktırırım bu stüdyoyu, sizi evinizden aldırırım!” diye aşırı kontrolsüz bir tepki verir, olduğum yerde tepinmeye başlar, sunucuyu tırmalayıp ısırmaya çalışarak şöhretime hiç yakışmayan bir sinir krizi geçirirdim. Cumhurbaşkanı olsam derhal istifa eder, yazar olsam Senegal’e iltica eder, diplomat olsam müzakere masasındaki muhatabımın kasıklarına tekme atıp kendimi azlettirir ve piyasadan silerdim.
Öte yandan gitar benim için bir utanç olmaya da başlamıştı. Bu saydıklarımın hiçbiri, bayan ağzıyla erkeklere yazılmış şarkıları çalarken duyduğum utanca yetişemiyordu. Düşünür müsünüz, 180 santime 80 kiloluk sakallı makallı, kıllı tüylü, babayiğit görünümlü bi herifin sırf basit olduğu için “Yanıma korlar mı adam seni / Koparıp avutmazlar mı beni / Nafile yanar elim dudağım / Seni bana yar ederler mi” gibi sözleri olan şarkılar üstünde çalıştığını? Yakışır mıydı şu tipe? Bi duyan olsa ne düşünür, bi gören olsa ne derdi? Vallahi billahi böylesini kaldıramıyordum, psikolojim darmadağın olmuştu. Emir’in izlettiği, 12 yaşında Pirates of the Caribbean film müziğini çalan Sungha Jung isimli alçak bacaksızın performansı da beni iyice derbeder etmişti. Arada bir telleri cızırdatan, nota kaçıran ve biraz da yanlış çalan bu ufaklık hasedimden çatlayıp ölmememe yetecek kadar hata yapıyordu aslında. Ama gerçekçi olmak gerekirse daha o yaşında benim iyimser bir ihtimalle beş yıl uğraşsam beceremeyeceğim bi performans sergiliyordu. Gitara duman attırıyordu namussuz. Hazır bu işi yapan biri varken ben niye deli gibi zaman harcayaydım ki? Her gün şu aletin başında zayi ettiğim vakti ibadet etmeye ayırsaydım, türbeye yer bakmaya çoktan başlamış olacaktım bile…
Jonathan’a nice zamandır ellemiyorum. Bana göstermiş olduğu tahammülden dolayı kendisine tavan arası gibi pis, örümcek ağlarıyla dolu bir yer vermeye gönlüm razı olmadı. Zaten bizim evimizde tavan arası yok. O yüzden gitarıma kral dairesini andırır bir konfor sağladım. Onu odamdaki kaloriferin borularına dayadım. Yazın güneşle, kışın doğalgazla ısınıyor kerata. CV’mi soracak olursanız, bugüne kadar onu 7 defa kullandım ve 5’inde başarı getirdi. “Hobilerim” diye bir bölümü de hiç olmadı. Hobi mobi, boş iş bunlar. Siz siz olun, kendinizi saçma sapan alışkanlıklar edineceğim diye telef etmeyin. E mi çocuklar? Haydi bakalım, bu hikayeden de dersimizi aldığımıza göre şimdi doğru yatağa…
Ahmet Yıldırım