“Yakını öldürülmüş birine taziyeye giden katilleriz hepimiz.” Memduh Keman
Tartışma devam ederken Feridun Fiyakalı’nın sesi duyuldu :
“Bana bir çay daha getir Sabahattin.”
“Oralet mi istiyorsun Feridun abi?” dedi çırak.
“Oğlum ben anlaşılır konuşmuyor muyum? Çay diyorum…çay… Biri üç, diğeri altı harfli. Yanlış anlaman imkansız. O halde benimle dalga geçiyorsun.”
“İyi de abi sen demin oralet içmiştin. ‘Bir çay daha’ dediğin için ben de çayla oraleti karıştırdın sandım.”
“Demin ben oralet mi içtim? Sen benim çaydan başka bir şey içmediğimi bilmiyor musun? Oraletmiş… Çay içtim demin ben.”
“Oralet içmiştin abi. Ben sana ne verdiğimi bilmiyor muyum?”
“Ya ben ne içtiğimi bilmiyor muyum? Sen benim ne içtiğimi benden daha mı iyi bileceksin? Ulan çırak, bilerek mi yapıyorsun, kafan mı yerinde değil, sevgilinden mi ayrıldın, dünyaya mı küstün belli değil. Belli olan tek şey iyi bir sopa aradığın. ”
“Abi yemin ederim demin oralet içtin sen.”
“Sus lan. Yemin ediyor bir de. Yok arkadaş, elimde kalacak bu.”
Feridun öfkelenmişti. Mahalleli çırağı susturmaya çalışıyor
, Fiyakalı’nın dediğini kabule zorluyordu onu. Kafasına yediği bardaklardan mıdır nedir, bu çırak da iyice zıvanadan çıkmıştı. Sanki Feridun Fiyakalı’nın ruh halini bilmiyormuş gibi konuyu uzatması akıl alır gibi değildi. Tam durum normale döndü derken, “kabul etsen de etmesen de içtiğin oraletti Feridun abi” deyiverdi çırak. Hızla masasından kalkan Fiyakalı, çırağın üstüne çullandı. O daha gelmeden Sabahattin korkudan kendini yere atmıştı. Feridun onun tam üzerinde duruyordu ve cebinden çıkardığı bir şeyi sağ eliyle sanki ona vuracakmış gibi tutuyordu. Korku dolu bir sahneydi bu. Mahalleli hemen müdahale etmeye çalıştı. Hep beraber toplanıp Feridun’a engel olmaya çalıştılar. Mahalleli tedirgin, Feridun öfkeliydi. Çıraksa sonunun geldiğini düşünüyordu. Fiyakalı elinde tuttuğu silahını her an çırağa saplayabilirdi. Birkaç kişi hemen kolundan tuttu onu. Hareket imkanı kalmayan eli kendi çevresinde birkaç kez döndü Fiyakalı’nın. Sonunda gücü tükendi. Feridun’un kenetlenmiş parmakları açıldı ve çırağın üstüne bir adet defne yaprağı düştü. Bıçak mı, çakı mı, makas mı, şırınga mı, kerpeten mi diye tahmin yürütülürken, ortaya çıkan şeyin bir defne yaprağı olması kahvedekileri derin düşüncelere sevk etti. Kimse silahın bu denli ürkütücü olduğunu kestirememişti. Ucuz atlatmışlardı. Sabahattin’in verilmiş sadakası olmalıydı. Oralet yüzünden bir defne yaprağıyla korkunç bir şekilde yaralanabilirdi. Feridun’u sakinleştirip masasına oturttular. Çırak tekrar işine döndü. Yaprak, kimsenin eline geçmesin, bir kaza çıkmasın diye kahvenin dışında bir yere gömüldü. Sabahattin bir bardağa çay koyup Feridun’a götürmek üzereyken Memduh Keman onu engelledi. Ustası bu işi kendi üzerine alınca çırak rahatladı. Tecrübe sahibi olan Memduh Keman bir bardak oraleti Fiyakalı’ya takdim etti. Fiyakalı bardağın yarısına geldiğinde, siniri iyice yatışmış olacak ki “şu çay da insanı epey rahatlatıyor yahu” dedi.
Bu, insan yüreğine korku salan ancak ucuz atlatılan olayın ardından tartışma da kaldığı yerden devam etmedi. Etmedi çünkü kimse konuya odaklanamıyor ya da bir çözüm üretmekten uzak tahminler sallıyordu. Bunlar Terzi Nezih’in kemiklerini sızlatıyordu muhtemelen. Ancak konu dışına çıkılarak Terzi’den bağımsız şeyler konuşulması ise onu mezarında ikinci kez öldürmüş olabilirdi.
Masaya başını dayamış neredeyse uyuklamak üzere olan Cafer Şimendifer, Veteriner Şener’in dikkatini çekti. Onu birkaç dakika izledikten sonra kaygıları arttı ve:
“Neyin var Cafer? İyi görünmüyorsun.” diye sordu.
Allahtan evhamlı biri değildi Cafer. Öyle olsa durumunu bir veterinerin sorması ağırına gidebilirdi. Masalardan gelen bazı hafif kahkahalarsa kahvede haddinden fazla “tilki”nin olduğuna işaretti.
“Kırk el arabası kemre taşımış kadar yorgunum. Hem de Nalbant Arif’in dükkanından Demirci Durmuş’un dükkanına kadar. Kolumu kıpırdatacak halim yok.”
Cafer’in Şener’e verdiği bu cevap piyasalarda dalgalanma yapacak kadar etkili oldu. Önce ocakta kaynayan çaydanlık yere devrildi. Ardından soğuk meşrubatların bulunduğu buzdolabının camı çatladı. Birkaç kişinin saçı döküldü. Adeta yer yerinden oynamıştı kahvede. Bu minik depremlerin nedeni Cafer’in kemreyi Arif’in dükkanından Durmuş’un dükkanına kadar taşıdığını söylemesiydi. Bir de bunu yorgun hali iyice anlaşılsın diye yapmıştı Cafer. Oysa bu durumda yolunda gitmeyen bir şey vardı. Nalbant’la Demirci’nin dükkanı yan yanaydı. Aralarında bir metre var yoktu.
“Anladığım kadarıyla” dedi Cemil, “Arif’in dükkanının önünde duran kemreyi Durmuş’un dükkanının önüne taşımış kadar yorgunsun. Öyle değil mi Cafer?”
“Evet.”
“Kemre yığınını tek tek el arabasına doldurup taşıdın ve onları yine tek tek oraya boşalttın.”
“Evet.”
“Sanırım seni yoran şey
, kolaylık sağlasın diye tasarlanan o ruhsuz el arabası olmuş. Kırk el arabası kemre taşıyacağına dört yüz kürek kemre fırlatsaydın böyle yorulmazdın.”
“Biraz zor olurdu belki ama” diye araya girdi Sinan, “eğer bir mutfak bezini yığının altından geçirebilseydin… Onu taşımak için de bir… şey…”
“Mamut.”
“Yok, öküz… Evet bir öküz bulsaydın. Mutfak bezine bağladığın pamuk ipliğini öküzün boynuzuna tuttursaydın… Evet bunu yapabilseydin üç saniyede işlem tamamdı, çünkü hayvan iki adım attığında zaten belirlenen noktaya varmış olurdu.”
“Hayır, kemre oraya yığılmışsa zaten taşınmış demektir. Bir daha ne diye zahmete giriyorsun.” Enes haklı olabilirdi.
Her masadan bu gibi sözler geliyordu. Cafer’in üstüne çok gitmişlerdi. Ancak Demirci Durmuş’un derdi bambaşkaydı :
“İyi de arkadaş benim anlamakta güçlük çektiğim bir şey var. Mahallede sanki başka bir yer
, ne bileyim boş bir arazi filan yok muydu da o kemre yığınını gelip benim dükkanın önüne yığıyorsun. Sen benim dükkanıma ne demek istiyorsun Cafer? Ahır gibi bir şey mi?” Durmuş’u sakinleştirmek kolay olmamıştı. Ancak onu, önünde kemre olup olmadığını kontrol etmek için dükkanına gitmekten kimse vazgeçiremedi.
“Adama ağız tadıyla bir kemre taşıtmadınız.” diyen Memduh Keman konuya son noktayı koydu.
Tekrar Terzi Nezih konusuna yöneldiler ancak bu sefer de ortaya atılan iddialar veya cevabı aranan sorular gündelik yaşamın basit argümanlarından ya da magazinsel tecessüsün viyolonsel(?) dökümanlarından öteye geçemedi. Bu devrede sorulan en ciddi soru Terzi Nezih’in kel olup olmadığıydı. Sonra çayı demli mi içerdi bu da merak ediliyordu. Orta dem miydi yoksa? Belki de açık içiyordu adam. Tırnaklarını ne kadar zamanda bir kesiyordu?En sevdiği hayvan hangisiydi? Boyalı alanda hiç sayı bulmuş muydu? Dış atışlarda nasıldı?
Sorular durmak bilmeden yağarken kahvenin kapısı açıldı. Önce büyülü ve hafif bir duman doldu içeri. Ardından yumuşak bir esinti. Sanki dersin Poe’nun kuzgunu girecekti içeri. Herkes merakla kapıya baktı. Eskimiş ve bazı yerleri yırtılmışa benzeyen gri elbisesi, kıldan neredeyse görünmeyen yüzü, ilk bakışta süpürge sanılan sakalları ve tabutu andıran vücuduyla haddinden fazla yaşlı görünen biri girdi içeri.
“Aha geldi Rönesans kaçkını.” dedi bir mahalleli.
“Terzi Nezih bu.” dedi bir diğeri.
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın