Ya aslında bana şehirlerde otura otura insanlıktan çıkıyormuşuz gibi geliyor. “Başkaları ne der?” sorusu üstüne kurulmuş hayatlarımız var. Sokaktan ses gelmediği an “lan acaba öldüm mü” diye korkarak elimizi alnımıza götürüyoruz. Millet görüp iğrenmesin diye, kafamızı montun içine sokup cebimizden çıkardığımız buruşuk mendille burnumuzu temizlemekten çoktan bıkmış olmalıydık. Elin oğlunun pis akciğerinden çıkan karbondiyoksiti otobüslerde kendi içimize çekmeye isyan etmeliydik. Terle karışık parfüm kokmamak için koltuğumda toplar yuvarlamaktan, yan komşu gecenin bi yarısı kendi kızına bağırırken ne dediğini anlamaya çalışmaktan ben bunaldım. İnsan olduğumuzu ispatlamak için lahmacunu çatalla yiyen ucubelere döndük. Lahmacunu çatalla yiyoruz da fit mi kalıyoruz? Tıka basa yeyip oturmaktan Ebrehe’nin ordusundaki fillere benzedik kardeşlerim. Korkarım böyle giderse çevik, sıska ve barbar köylüler bir gün sırtlarımıza binecek ve kıçımızı tekmeleye tekmeleye bizi yüzyıllar boyunca inşa ettiğimiz uygarlığımıza, gökdelenlerimize falan saldırtacak. Aklımızla damla damla biriktirdiğimiz medeniyeti iri cüsselerimizle tarihe gömeceğiz. Bin kişilik bir ordu kurup şu muhteşem göbeklerimizle Hollanda’da denize girsek koca ülkeyi sular altında bırakırız. Yiyoruz da mutlu mu oluyoruz? Hepimiz az çok depresyondayız. Dayak istiyoruz biz. Köylerde varoluş sancısı çeken adam gördünüz mü? “Çok partiledim, çok sevgililerim oldu ve artık yaşamaktan canım sıkıldı” diye entel tripleriyle kendini öldüren bir çiftçi tanıdınız mı? Bir kurt saldırısında, ne bileyim bir toprak kaymasında arslanlar gibi ölmek mi karizmatik, yoksa bir mıymıntı gibi hayatın anlamı diye bişeyi ararken yaşamayı becerememek mi? Bence insan dağda bayırda tere toplayarak da yaşayabilir. Yediği tereyağıyla topladığı terenin hiçbir alakası olmadığını düşünüp kendi kendine sırıtabilir. Köy güzeldir, köylü üstün yaradılıştır. Hem köylü de milletin efendisiymiş. Köleliğimizi tarihe gömmeliyiz!
Bir süredir bu gibi düşünceler kafamı meşgul ediyordu. Fakat tembel yaratılışlı bir adam olduğum için bir türlü harekete geçemiyor, köye dönmek için daha kuvvetli bir sebebe ihtiyaç duyuyordum. Bu sebep 2 yıl önce Facebook’ta gördüğüm bir yorumla karşıma çıktı. Yorumda yazanlar hakikaten korkunçtu. Kutsal kitaplardaki işaretlere göre 2013 yılında dehşetli bir savaş başlayacak ve Rusya Türkiye’ye saldıracaktı. Şimdiye kadar görülmemiş büyüklükte, Armageddon denen bir dünya savaşı patlak verecek ve tüm medeniyetimiz yok olacaktı. Hepimiz şehirlerden köylere doğru göç etmeli, önümüzdeki 2 yıl için bisküvi ve makarna stoklamalıydık. Tarihin sonu kapımızı çalıyordu.
Bilgisayar karşısında korkudan elim ayağım birbirine dolandı. “Bunlar Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın pırojesi. Bizi köye gönderip bakanlık bütçesini büyütmek istiyorlar” yazan cevabî yorumu dikkate almadım. Şehirlerimiz için öngördüğüm tehlikenin kaynağı barbar köylüler değil, şehirlerde geliştirilen teknolojiydi. Armageddon gibi heybetli bir isim altında bir kolpa yatıyor olamazdı. İsteyen şehirlerde mamalak gibi ölmeyi beklesindi. Ben köye gidip yaşamaya devam edecek, savaş bitince de şehre dönüp ölenlerin geride kalan mallarını toplayarak zengin olacaktım. Harcamak için değil, biriktirip evler almak için, sonra o evleri kiraya verip kiraları da biriktirmek için.
Son olarak rüyamda, davetli olarak katıldığım bir düğünün protokol masasında haber spikeri Selda Atalay ile tanıştığımı görünce, şehir hayatının ruh sağlığım için de tehlike oluşturduğuna kanaat getirerek babamları köye gitmek için sıkıştırdım. Onlar buna dünden hazırdı. Ağustos ayının sonlarına yaklaştığımız halde büyük bir mutlulukla yola çıktık. 12 saat süren yolculuk boyunca Sünger Bob gibi gülücükler saçmış, sürekli kitap okumuştum. Köye henüz varmadan bile köyün kişisel gelişimimdeki tesirini izleyebiliyordum. Sevgi dolu yüreğim heyecanla pıtı-pıtı atıyordu. Nereden bilebilirdim ki bunlar güzel İstanbul’un kendisini terk ederken bana gösterdiği vefadan başkası değilmiş…
* * *
Köye varınca, arabanın önüne çıkan inek, tavuk ve çocukları ekarte ederek evimize yöneldik. Evimiz bir yıl içinde hayli pislenmişti ve leş gibi kokuyordu. Annem etrafı silip süpürürken ben de mutfağa yöneldim. Dikkatimi çeken ilk şey su güğümünün şeklinin değişmiş olmasıydı. Dikkatle bakınca içinde su unuttuğumuz güğüme bir fareninn girdiğini fark ettim. Belli ki suyu içince biz şehirliler gibi şişmanlamış ve dışarı çıkamayıp ölmüştü. Sevimli hayvancık güğümü patlatıp çürümüş. Derhal bir odun parçası alıp vura vura onu dışarı attım. Kokou azalmaya başladı.
Temizlik sonrası yemeklerimizi yedik. Misafirler süratle doluştu. Yolculuk ve temizlik sonrası iyice yorulan annem durup dinlenmeden mutfakla oturma odası arasında mekik dokuyordu. Tabii ki sallantılı yolculukta aklını oynattığı için bunu yapmıyordu. Oturduğu yerde uyuyakalan yaşlı teyzelere, çenesi durmak bilmeyen amcalara, köyden “köyümüz” şeklinde bahsederek nutuklar atan kirli şapkalı muhtar emmiye, en çok da köyün tatilcileri kazıklaya kazıklaya ensesi kalınlaşan esnafının inek kokan torununa servis yetiştiriyordu. İlk günden canım sıkılmıştı. İzin verselerdi de dinlenseydik bunun kime zararı olurdu? Muhabbet yorgunluğuma yorgunluk katıyordu. Beyin devrelerimi yakan akraba evliliği denklemleri duyuyordum. “Halamın oğluyla amcamın gelininin kızkardeşi evlenecek” dendi mi hesaplamalarla bir 30 saniye kaybediyordum.
Misafirleri gönderir göndermez yattım. Köye gelmişken uzun süreler burada kalmak, en azından Armageddon savaşını atlatmak istiyordum ama ancak 10 gün dayanabilecektim. 10 günün sonunda artık tam bir İstanbul sevdalısıydım.
* * *
Köyde günlerim gecenin dördünde, bilemediniz dört buçuğunda kalkıp bağ-bostan sulamaya giden 80’lik ihtiyarların verdiği işaretle başlıyordu. Her sabah
, düzeltiyorum her gece, bu saatlerde yere hoşurt hoşurt diye sürünen bir çift ayağın sesiyle, boğazını temizlemeye çalışırken ciğerlerini kusarak hayatını kaybeden bir adamın hırıltısıyla, yahut sinir bozan bir su şırıltısıyla uyanıyordum. Bardaktan bardağa su boşaltmanın yatağa işemekle pek alakası olmadığını bana bu bahçe sulama şırıltıları öğretmişti. Sabah 6 gibi “Hala yatıyonuz mu? Öğlen oldu be!” veya “Hoooooo! Komşuuuu!” diye bağırarak demir kapıya “çan çan çan” diye vuran biri mutlaka oluyordu. Böyle başlayan gün aynı dandiklikte devam ediyordu. İnsanlar, yapacak hiçbir işleri olmadığı için bahçe, ağaç, su, ekmek arabası sırası gibi sebeplerle kavga çıkarıyorlardı. Bahçeye attığı hortumla kesintisiz bahçe sulayan güzel yürekli köylülerimiz yüzünden sularımız akmıyordu. Taharet musluğunu çevirince öfkeli bir kükreme duymak adiyattandı. Elektrik ise bir gidip bir geliyordu. Telefonun İnterneti adam gibi çekmediği için Armageddon’dan bizi haberdar eden ablanın yazdıklarını takip edemiyor ve iyice stresleniyordum. Bunlar yetmezmiş gibi kendisine verilen bisküvi
, şeker, çay, havlu gibi nesneleri ineklerine yedirip otla beslenen pis bir kadın da canımı fena sıkmaya başlamıştı. 50 yaşını geçtiği halde evlenmeyen ve eve her geldiğinde hatıra olarak birkaç pire bırakan bu kadının sözümona iyilik olsun diye getirdiği içinde böcek yüzen sütleri dökerek kurtulabiliyorduk ama, zevzek konu komşunun “Ahmet, bu seni görmeye geliyor, isteyek mi keh keh” demesine çare bulamıyorduk. Rahat nefes almak akşamları bile nasip olmuyordu. Ezanla birlikte uluyan köpeklerin estirdiği uğursuzluk havası, eğlenmek için kurşun yağdıran magandaların saçtığı korkuya ekleniyordu. Yattığım odadaki saatin tik-taklarının ritmine de kafam takılınca uyku haram oluyordu bana.
Kendimden hiç beklemediğim bir süratle köyde konuşulan dile adapte olmuştum. Artık “sanki mi, sayke mi?” ikilemi yaşıyordum. Hatta bir defasında cümle içinde “gaspeğnek” kelimesini bile kullanmıştım. “Höşül burun”, “babanın evine gelin gelsin” gibi ifadeler de lügatimde yerini almıştı.
Her nedense bana köyü övme ihtiyacı hisseden herkes, “böyle suyu nerede bulacaksın? İstanbul’da ne gezer bu su, buz gibi mübarek” diyordu. Öve öve bitirilemeyen suyun içine mebzil miktarda hayvan dışkısı karıştığını ve suyun mikrobik olduğunu öğrendiğimdeyse iş işten çoktan geçmişti. Ağır bir mide ve bağırsak enfeksiyonu geçirmiştim ve birkaç gün altıma kaçırma korkusu yüzünden kahkahayla gülemeyen, öksürmeye dahi cesaret edemeyen bir adam olmuştum. İstanbul’a gösterdiğim vefasızlığın bedelini sürüm sürüm sürünerek ödüyordum. Gafletin karşılığı bu kadar ağır olmamalıydı, İstanbul’a böyle olacağını bilmeden ihanet etmiştim. Hatamı kendime itiraf edebiliyordum.
Yataktan kalktıktan sonraki birkaç gün gezip dolaşma fırsatım oldu. Bu kez de kapı komşumuz Zeliha teyze canımıza okumak üzere sazı eline aldı. Köye ne zaman gitsek Zeliha teyze hayatı bize zehir ediyordu zaten. Arabaya mı bindik? Bir anda kapıya çıkıp “Nereye gidiyonuz? Bizi de alın!” diye bağırırdı. Balkonda birileriyle çay mı içiyoruz? Hemen kapısının önüne çıkar, bizi sessizce dinlemeye başlar ve misafirimize beklenmedik bir anda ağır bir laf sokardı. Gelen misafirlerin kim olduğunu sormak, çarşıya her inişimizde 10-20 kilo peynir, yağ ısmarlayıp parasını vermemek, kendine baklava-börek açtırmak, durup dinlenmeden dedikodu yapmak bu kadının hayatının gayesiydi. Hiçbir insanın kötülük yapmak için kötülük yapmayacağına duyduğum inanç temelinden sarsılmış ve büyük bir gürültüyle çökmüştü. Bu kadına göre çevresindeki herkes çok zengindi ve kendisi aşırı derecede fakirdi. Devamlı paramızla ne yaptığımızı sorar ve kendisine bir çorap bile almadığımızı söylerdi. Benden de nefret ediyordu ama çaktırmadığını zannediyordu. Durup durup benim ne kadar okumuş bir insan olduğumu, kendi torunununsa okula devam etmediğini söylerken, kafasının arkasındaki çekememezlik yazılımının harıl harıl çalıştığını gözlerinden okuyabiliyordum.
Zeliha teyzeyle yaşadığımız sıkıntıların bir de bahçe boyutu vardı. Köydeki evimizin etrafına yaptığımız bahçeyi işgal etmişti Zeliha teyze. Vaktimizin çoğunu şehirde geçiren insanlar olarak fazla ilgilenemeyişimizden istifade etmişti. İzin alma ihtiyacı duymadan bahçemizi sulayıp meyvelerini topluyor ve İstanbul’daki oğluna yolluyordu. Yıllar boyu böyle olmuştu. Bir öğle vakti yapacak birşey bulamadığımdan canım sıkıldı. Biraz aksiyon yaşamak için bahçedeki meyveleri ben toplamaya karar verdim.
Zeliha teyzenin horlama seslerini duyduğum an fırsattan istifade balkona fırladım. Aşağı yukarı beş dakika boyunca uzanabildiğim dallardaki meyveleri mutlu mesut topladım. sonra, olmasını isteyeceğim en son şey oldu. Zeliha teyze açık kapıdan bizim eve dalmıştı. İlk önce mutfağa girdi ve tencerelerin kapaklarını açıp “hmm dolma mı yaptınız?” diyerek yemeye girişti. Ben bunu fırsat bilerek sepeti balkondaki bankın altına sakladım. Derken balkona çıktı ve beni gördü. “Ne yapıyosun burda?” diye sordu. Oturduğumu, hava aldığımı söyledim. “Maşallah sepeti doldurmuşsun diyerek sakladığım sepeti önüme itekledi. “Sepet mi? He, evet ya, yiycem” dedim. Aklından “zehir zıkkım olsun, boğazında kalsın” geçerken dili “Afiyet olsun” dedi. Enselenmiştim bir kere, pişkince toplamaya devam edecektim. İyice sinir olsun diye dalları çekiştirerek, uzanabildiğim son noktaya tutunarak sepeti ağzına kadar doldurdum. Kadın gitmek bilmiyordu. “Boyun da ne kadar uzunmuş, hepsini de topladın” diyordu. Neredeyse ağlayacaktı. Balkondan uzanamadıklarımı toplamak için aşağı ineceğimi söyledim.
Aşağı indiğimde dudakları sarkmış vaziyette Zeliha teyzeyi gördüm. Benden önce bahçeye koşmuş ve eline hortumu alıp göz yaşartıcı bir sahiplenme duygusuyla etrafı sulamaya başlamıştı. Derhal vişne ağacına tırmanıp işe koyuldum. Zeliha teyze burnundan soluyordu. Hortumu bana çevirip ucunu mıncıklayarak beni fışkıran suyla iyice ıslattı. Birkaç dakika sakince işimi yaptım. Derken bir çığlık duydum: “Ya bırak artık ya! Daha toplama artık! Kuşlar yiyecek!”..
* * *
Birkaç gün sonra , yine Zeliha teyzenin uyumasını fırsat bilerek ailecek suyunun şifalı olduğu söylenen, dağların tepelerin arasında kalmış bir dereye gittik. Yemeğimizi yeyip 20 bardak kadar su içtikten sonra hava aniden bulutlandı. Efsane bir yağmur geliyordu. Süratle toparlandık. Arabamıza ulaşabilmek için, her iki tarafı da sık ağaçlarla kapalı olan dar bir yoldan 3 KM kadar tırmanmamız lazımdı. Şimşekler çaktıkça tepemize yıldırım düşecek diye ürküyordum. Şehirde, rahat yatağımda övgüler düzdüğüm köylünün asaletli ölümü bana hiç de cazip gelmiyordu artık. Henüz yola çıkmıştık ki eşi benzeri görülmemiş bir yağmur yağmaya başladı. Çakan şimşeklerin arasından, 1000 metre yukarımızda elindeki hortumun ucunu cimcikleyen Zeliha teyzeyi görüyordum. Korku içinde dik yokuşu tırmanmaya çalışıyor ve durmadan söyleniyordum. Midemdeki su lokurt, lokurt diye çalkalanıyordu. Yağmur dinmek bilmiyor, hatta daha da şiddetleniyordu. Bastığım toprağın arkaya doğru kaymaya başladığını ve tepeden aşağı sel aktığını fark ettiğimde kendimi tamamen kaybettim. Adım başı küfrediyor, sürekli düşüp kalkıyor ve yıldırımlardan kaçmaya çalışıyordum. Yediğim suyun ağırlığından dolayı pantolonum düşüyordu, hatta daha kötü şeyler dahi oluyordu. Fakat gözünüzdeki üç kuruşluk saygınlığımı sıfıra indirmemek adına bundan daha fazlasını yazamayacağım, ne olur beni affedin canım okurlarım.
Adım başı pantolonumu çekiştirerek yarım saatlik bir mücadele sonunda arabanın bulunduğu tepeye vardım. Nabzım 150’lere dayanmıştı. O an hasta olduğumu söylesem, en yakın sağlık ocağına gitmemiz yarım günü, en yakın hastaneye varmamızsa yollarda araba yuvarlanmazsa 1 günü bulabilirdi. Çok çaresizdim. Pantolonumu son bir kez avuçlayıp çektikten sonra arabaya oturdum ve eve döndük.
Varır varmaz üstümü çıkardım fakat su kesikti. Sıcak bir duş alıp kendime gelme hayallerim de suya düşmüştü. Çaresiz titreye titreye yeni birşeyler giydim. Artık bu cehennemden bir an önce kurtulup, Armageddon Meydan Muharebesinde kahramanlar gibi şehit olmayı arzular olmuştum. Koskoca adam hüngür hüngür ağlayarak, koltukları ısırarak, olduğum yerde tepinerek sonuç almaya çalışıyordum. “Bıktım sizin bu köy sevdanızdan, ne vardı da beni buraya getirdiniz? Ağzımızın tadını bozdunuz” diye üste çıkarak pislik yapmaktan da zinhar geri kalmıyordum. En sonunda bizimkiler de daha fazla dayanamadı ve “tamam sen dön, biz sonra geliriz” dediler. Hemen ağlamayı kestim ve yolculuk için hazırlandım.
Mutluluğu uzaklarda aramamalıyız. İnsan isterse ter kokan, klimasız ve dar otobüslerde de mutlu olabilir. Bir sonraki gün hayatımın en mutlu günüydü. Belki aldığım koltuğa çift bilet kesilmişti ve yer bulmak için kavga etmiştim. Belki yol boyunca birileri cep telefonlarını çıkarıp bol bağlamalı köy türküleri dinletmişti. Ama gurbetin acısını anlatan bu türküler, İstanbul’dan ayrı kaldığım her dakikam için ağlarken ben mutluydum.
* * *
Güzel şehrim İstanbul’a varıp savaşı beklemeye başladım. Günler birbirini kovalarken diplomaside barış rüzgarları esiyordu. Armageddon teyze, kehaneti kolpa çıktığında hiç bozuntuya vermemiş ve senaryo değiştirip uzaylı saldırılarından bahsetmeye koyulmuştu. Bu arada bizimkilerin de köyden dönüş günü hayli yaklaşmıştı. Aklıma birşey geldi ve hemen köyü aradım. Adım gibi biliyordum ki Zeliha teyze İstanbul’daki yakınlarına götürülmek üzere 60-70 kilo kadar yük verecekti. Bu yük hem arabanın anasını ağlatacak, hem de eriyip, kokuşup kıyafetlerimizi mundar edecekti (murdar mıydı, mındar mıydı yoksa?). Annemlere büyük bir koli bulup, onu arabanın bagajına koymalarını ve içinde erişte gibi, kuru yufka gibi kırılmaya müsait yiyecekler olduğunu söylemelerini tembihledim. Zeliha teyze bagajı açtığında hiç boş yer olmadığını görecek ve hasedinden çatlayarak sonsuza dek bertaraf olacaktı…
Ahmet Yıldırım
Bir Cevap Yazın