- Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayın - Yazının İkinci Bölümü İçin Tıklayın -
GÜNEŞ DOĞDUKTAN HEMEN SONRA
Ortalama bir insan ömrüne sığmayacak kadar hatalarım oldu.
TAKVİM YAPRAKLARINDA KENDİSİNE DAHA ÖNCE RASTLAMADIĞIM BİRGÜN
Bu sabah yine inanılmaz şeyler oldu. Şöyle bir bakıyorum da serüvenden serüvene atılmadan geçen sakin bir günüm bile olmamış. Her gün yeni heyecanlar, yeni koşturmacalar, yeni tuhaflıklarla geçiyor. Ne yapıp ediyor, bir yolunu bulup çıkıyor önüme. Koltukta ayaklarını uzatıp da huzurlu ve rahat birkaç dakika geçirmek, benim gibiler için kurulması zor, gerçekleştirmesi imkansız bir hayal gibi. Ne yapayım, önüme çıkan her serüveni kucaklamak gibi bir zaafım var. Seviyorum macerayı. Yine de çok kaptırmıyorum kendimi, tedbirli hareket ediyorum. Biliyorum : “O çılgın hep fırtına ister. Sanki fırtınada huzur bulacak.” Ama bu sabah… Yok mu o fırtına? Nasıl çekti içine beni bir bilseniz? Bugüne kadar yaşadığım bunca macera içinde, hakkını vermek gerekirse, en sürükleyici olanı buydu.
Sabah uykusuz bir halde terziye gittim. Uykusuzdum çünkü terziye gideceğim için heyecandan uyuyamamıştım. Kolay değildi, ilk defa gidecektim terziye. Bir bakkal ya da fırına gidecek olsaydım bu kadar heyecanlanmazdım. Aşinalığın verdiği rahatlığın ferahlatıcı iç huzuru yerine sisli belirsizliğin hissettirdiği dibi görünmez güvensizliği tercih edecek değildim elbet. Şu kurduğum cümle kadar karışıktı aklım. Terzilik hakkında yeterli, terziler hakkında da hiçbir bilgim yoktu. Gideceğim terzi nasıl biriydi acaba? Onunla anlaşabilecek miydim? Sabaha kadar terziyle yapacağım konuşmanın provasını yaptım. Bana soracağı muhtemel soruları kağıda yazdım. Her birine işbirliğine açık, yerinde ve makul cevaplar verdim kafamda. Dükkana girdiğim ilk saniyeden, oradan çıkacağım son ana kadar ne konuşacaksak, harfi harfine hepsi zihnimdeydi.
Tam terzinin kapısına gelmiş, içeri girmek üzereydim ki bana bir şey oldu. Galiba heyecanlanmıştım. Geri dönüp sokaklarda birkaç tur attım. Vazgeçmek üzereyken, kendimi zor ikna edip, güçbela terzinin kapısına geldim. İçeri girdiğimde sıra vardı, ben de bir sandalyeye oturdum. Yan tarafımda sandalyede oturan iki kişi daha vardı. Terzinin yanında ayakta dikilen diğer müşteriyle beraber dükkanda toplam beş kişiydik. Terzi, yanında dikilmekte olan adamın elbisesiyle uğraşıyordu. Dördü arasında, ben içeri girmeden önce de devam ettiği anlaşılan bir muhabbet başladı:
1.Müşteri : Her zaman söylediğim bir şey vardır; insan dediğin biraz açıkgöz olmalı.
2.Müşteri : Çok doğru, uyanık olmayan biri avlanmaya müsait bir keklik gibidir.
3.Müşteri (Ayakta Dikilen) : Mesleğimden biliyorum, açıkgözlülük zihni açar, kalbe iyi gelir.
Uyanıklık ve açıkgözlülük üzerine konuşmaları uzun zaman süreceğe benziyordu. Daha önce hiç duymadığım değişik kelimelerle konuşuyorlardı. Bir süre sonra, konuşmaların yalnız ilk cümlesinin, hatta ilk cümlesinin de yarısının aklımda kaldığını fark ettim. Yetişemiyordum onlara. Kelimelere giydirdikleri elbiseler zihnimin ölçülerine uygun değildi sanırım. İçlerinden biri konuşmaya başladığında dudağından çıkan birkaç kelimeyi tutuyor, peşi sıra gelenleri kaçırıyordum.
2.Müşteri : Şuan Avrupa’da ötenazi…
1.Müşteri : Yapılan bilimsel araştırmalar…
3.Müşteri : Çağımızın nefesini daraltan…
1.Müşteri : Yeni teknolojik gelişmelerin…
Cümleler havada uçuşuyordu. Uzun, çok uzun bir zaman daha konuştular. Arada bir, terzinin de muhabbete katıldığı oluyordu. Onları dinlerken aniden aklıma bir şey takıldı. İlk başta geçici bir düşüncedir diye üstelemedim ama çok geçmeden zihnimin tümünün bu düşünceyle dolu olduğunu ve onu kolay kolay aklımdan atamayacağımı anladım. 11. yüzyılda yaşasaydım ne yapardım acaba? Bunu düşünüyordum. Şuan değil de bundan bilmem kaç yüzyıl önce yaşamak… Daha iyi olurdu belki, belki de daha çekilmez. Belki değişen pek bir şey olmazdı. Kötü kaptırmıştım kendimi. Bir cevap bulmalıydım, 11.yüzyılda yaşasaydım ne yapardım? Çok tuhaf, zihnim, aklıma takılan bu soruyla doluyken, yine de terzide dönen muhabbeti duyabiliyordum. Çok sonradan anladım ki duymakla da kalmayacaktım.
3.Müşteri : Pısırık, aciz insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.
1.Müşteri : Toplumda saygın bir yer edinmenin yegane yolu duyguları bir kenara bırakmaktır.
2.Müşteri : Mantık, çağın efendisidir.
Ben : Ne yer, ne içerim oralarda? (Kısa bir sessizlik)
1.Müşteri : Çağ dediniz… Bugün en büyük sorunumuz çağa ayak uyduramayanlardır.
3.Müşteri : Tanıdığım ünlü bir psikolog bu konuda aydınlatıcı bir araştırma yapıyor.
Ben : 11.yüzyıl… nasıl desem… çok ortada duruyor.
2.Müşteri : Akıl, sadece akıl. Bir ışıktır akıl.
1.Müşteri : Ancak onun ışığında aydınlık bir gelecek beklenebilir.
Ben : Yapamazdım, adım gibi biliyorum ki yapamaz, yaşayamazdım o yüzyılda.
Aklıma takılan 11.yüzyıl düşüncesiyle terzide dönen muhabbet bir olup kafamı allak bullak etmişti. Düşünürken, aynı zamanda etrafımdaki konuşmaya kulak kabartıyor, üstelik bilmeden bu muhabbete katılıyordum.
3.Müşteri : Şu terziye günde kimbilir kaç tane pespaye geliyordur.
Terzi : Gelmez mi efendim, çekirge sürüsü gibi geliyorlar.
1.Müşteri : Onlarla aynı havayı solumak…
2.Müşteri : Buna katlanmak gerçekten sinir bozucu bir şey.
Ben : İşin içinden bir türlü çıkamıyorum. Ya şimdiki durumumdan daha iyi olursam? Yapacağım tercihte acele etmemeliyim. İyisi mi 11.yüzyılda bu cehennem nasıl bir haldeymiş onu bir araştırayım.
1.Müşteri : Arkadaş!
Ben : İkisini de ayrı ayrı ölçer, tartar; ona göre karar veririm.
2.Müşteri : Baksana sen!
Ben : Efendim?
1.Müşteri : Amacın ne?
Onlara elbisemde büyük bir problem olduğunu, bunun için terziye geldiğimi söyledim. Cebimden çıkardığım düğmeyi ve üzerimdeki cekette o düğmenin koptuğu yeri gösterdim. “Bunu diktireceğim” dedim. Gülmeye başladılar. Ben de güldüm onlarla. Arkadaş canlısıydılar. Hem, beni de muhabbete katmışlardı sonunda. Acaba, acaba arkadaş olabilir miydim onlarla. Olmayacağını biliyordum. Nihayetinde bir terzi dükkanında sıra bekleyen yabancılardık. Olsun, sırf bu ihtimal bile heyecanlandırmıştı beni. 11.yüzyılı unutmuştum bile. Derken üçüncü müşterinin işi bitti. Gitmek üzereyken, diğer müşterileri başıyla selamladı. Ayağa kalktım. Bana yönelirse elini sıkacaktım. Fakat o gitmeyi tercih etti. Sonra diğer müşteriler de teker teker gitti. İkisinin gidişinde de deminki sahnenin bir benzeri oldu. Başka müşteri kalmayınca, ceketimi çıkarıp düğmeyle beraber terziye uzattım. Terzi de ne olduğunu net olarak anlayamadığım bir hareketle elimdekileri aldı. Sanki “çattık” der gibi birkaç kez başını bir sağa bir sola salladı. Az önce çıkan müşterilerden birine sinir olmuş olabilirdi. Sanırım üçüncü müşteriydi bu. Yanında uzun zaman dikilmişti. Terzi düğmemi diktikten sonra dükkandan çıktım. Bitkin bir halde eve yürüdüm. Bir saat önce eve geldim. Şuan camdan dışarıyı seyrediyorum. Ruhumda birçok sökük var. Kafam karışık. 11.yüzyılda yaşamak istiyorum.
YAĞMURLU BİR GECE. SAAT
, GÜN, AY… HİÇBİRİNDEN HABERİM YOK.
Bir yandan gülüyorum, bir yandan da yine gülüyorum bu duruma. İncir topluyor, çay demliyor, kapıyı açık bırakıyor, şaka yapıyor, sana bir şeyler yazıyorum. Yemeyeceğin, içmeyeceğin, gelmeyeceğin, gülmeyeceğin, okumayacağın halde. Haberin yok. Olmasın da zaten. Burada her yer öyle karanlık ki sadece uyumak geliyor elimden.
- Yazının dördüncü bölümü için tıklayın -
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın