Asık yüzlüydü Süleyman. Hiçbir şey beğenmediğinden ya da mutsuz olduğunu düşündüğünden değildi bu. Hayatın sillesini bolca yediğinden ya da yaşadığı onca tatsız durumdan dolayı da değildi. Yakınlarını kaybetmiş olmanın verdiği acıdan, eski güzel günlere duyduğu özlemden, sabır taşı olsa çatlatacak sıkıntılardan, tuttuğu takımın her sene şampiyonluğu son anda kaçırmasından, aldığı her yoğurtun vaktinden önce bozulmasından, botları günlük güneşlik havada bile su geçirdiğinden, en basit bir düğmeyi bile dikmeyi beceremediğinden, işleri hiçbir zaman yolunda gitmediğinden, bilmediği işlere karışıp sonunda ağzının payını alarak kendine kızdığından ya da hiçbir şeyde dikiş tutturamadığından da değildi. Neden asık yüzlü olduğunu hiçbir zaman bilemedi Süleyman. Aslına bakılırsa oturup düşünmedi bunu. Bir tahmin yürütmedi. Bilmek mi? Bildiği ne vardı ki onun. Herkes bir şekilde birbiriyle anlaşıyor, söyleneni kavrıyordu hemen. Herkes akan su gibi nereye gideceğini biliyordu her nasılsa. Anlamıyordu Süleyman. Konuşulanları dinliyor, söylenenlere kulak veriyor ama hiçbir şey anlamıyordu. Bazı şeyleri geç de olsa kavrıyor fakat kavradığını sandığı şey de yanlış çıkıyordu. Süleyman ya geri zekalıydı ya da bu insanlar ne konuştuklarını bilmiyorlardı. Verilen cevaplar, sorulan soruların yanıtı değilmiş gibi geliyordu ona. Bunun ne önemi var. Konuşulan şey ne olursa olsun, herkes kendi kafasının mağarasında ya da hazine odasında ne varsa onu döküyordu ortaya. Ama yine de bir cevabı vardı insanlığın. Yok yok, geri zekalıydı Süleyman. Sadece hayallerle yaşayan bir adama başka ne denir. Hem de ne hayaller… Ayakları yere basan, adamakıllı bir tane bile yoktu içlerinde. Gerçekleşmesi asla mümkün olmayan, saçma sapan şeylerdi bunlar. Ama onlar olmadan da edemiyordu. Gerçeklerden kaçacak tek sığınaktı onlar. Hem sığınak hem de güvenli değil…
Geçen seneydi. Gece yarısına doğru hava iyice soğumuştu. Kahvede, sıcacık sobanın başında oturmuş laflıyorduk. Dışarıda yağan kar, sıcak havamıza huzur katıyor, hayatın daha çok iyi yönlerini ele alıyorduk. Biraz sonra Süleyman içeri girdi. Ağzı yüzü kan içindeydi. Topallıyordu. Üstü başı sırılsıklamdı. Aşağı sokakta birkaç haydut yolunu kesmiş. Üzerine çullanmışlar. Karların içinde sürüklemişler. Cebinde ne var ne yok almışlar. Bir temiz de dövmüşler. Hemen sobanın yanına oturttuğumuz Süleyman’a ilkyardımda bulunduk. İlkyardım dediğim de yüzündeki kanları ıslak bir bezle temizlemekten ibaret. Sobaya attığımız birkaç odun ıslak giysilerini kurutadursun, yavaş yavaş kıpırdamaya başladı Süleyman. Yüzüne can geldi. İçini ısıtsın diye çayını verdik hemen.
“Nasılsın Süleyman?” dedim ona.
“Nasıl mıyım? Şuanda üzerinde karıncalar gibi öteye beriye gittiğimiz bu dünyada benden mutlusu olamaz. Antenlerime dikkatle bakarsanız, havaya yaydığım ve anında koca evreni kaplayan o ağır ancak keskin neşe kokusunu fark edebilirsiniz. Ha, eğer fark etmezseniz bu sizin antenlerinizle alakalı teknik bir sorundan kaynaklanıyor olabilir ki ben bu tür teknik sorunları düzeltecek iş becerisinden beriyim.”
Sakince çayını yudumlayan Süleyman’a bakarken hepimiz küçük dilimizi yutmuş gibiydik. Sessiz, içine kapanık bu adam neler söylüyordu böyle?
“Ah, ne güzel dövdü adamlar beni.” Diyerek devam etti Süleyman. “Ne kafiyeli yumruklardı onlar öyle. Saymadım ama yüzde yüz eminim ki sekiz tane yumruk atmışlardır bana. Neden, bir düşünün neden sekiz yumruk? Aa ne şiirden anlamaz adamlarsınız yahu. Akrostiş… Adamlar akrostiş yaptılar bana. İnsan sevgilisine bu kadar incelik göstermez.”
Dayak yemiş, parası çalınmış, mahvolmuş bu adam güldürüyordu bizi. Gülüyorduk gülmesine ama bir yandan da Süleyman’ın neden böyle davrandığına bir anlam veremiyorduk. Haydutlara küfürler savuracağına, lanetler yağdıracağına övgüler diziyordu adam.
“Orada olmalıydınız dostlarım. Şöleni kaçırdınız. Düğüne gidemediniz. Şampiyonluk maçında statta yer alamadınız adeta. Neler kaçırdığınızı bilseniz hayata küsersiniz. Nerede?”
“Ne nerede Süleyman?”
“Yüzümdeki kırmızı iksir. Kim bilir hangi uzak diyarlardan bin bir çabayla getirip hediye etmişlerdi bana. Yok
, bir damla bile bırakmamışsınız. Yüzümü sildiğiniz o bez tüm temizlik kabiliyetini, hijyen konusundaki bütün hünerini kaybeder de karanlık bir bodruma kapatılıp, yıllar sonra rastlanarak çöpe atılacağı günü matemle bekler inşallah. Neden kuruttunuz üstümü? Tekrar ıslanmalıyım. Sobaya kar atın. Boşuna mı yuvarladılar beni karda?”
O gece hepimiz Süleyman’ın dalga geçtiğini düşünmüştük. Bardak taşmıştı ve bu korkunç durumuyla dalga geçiyordu. Alaya alıyor olmalıydı başına gelenleri. Kim bilir, belki de bizimle kafa buluyordu. Sonradan öğreneceğimiz o şeyi o an düşünemezdik. Hayır
, asla aklımıza gelmezdi bu.
“Adamlara ayıp oldu.” Dedi Süleyman. “Cebimden aldıklarını bir araya getirdiklerinde ulaşacakları meblağ onları hayal kırıklığına uğratacak. Toplasan kırk lira yoktu bende. Ne kadar düşüncesizim. Kırk lira için adamları onca zahmete soktum. Emeklerinin karşılığı en az bin liraydı. Hayvanın tekiyim ben. Bugüne kadar zengin olmak için hiçbir şey yapmadım. Fazla param olsun diye didinmedim hiç. Aptal Süleyman. Eğer zengin olsaydın şimdi o zarafet abidesi adamlar senden aldıklarıyla tatmin olurlardı. Şimdi kim bilir hakkımda ne düşünüyorlardır. Nasıl da kızıyorlardır şuan bana. Çok utanıyorum. Bundan böyle insan içine nasıl çıkarım.”
Süleyman daha pek çok şey söyledi o gece. Ertesi gün de. Sonraki günlerde de… Bazen neşeli, bazen sinirli, bazen de huzursuz oluyor, ancak sürekli birbirine benzer şeyler söylüyordu. Bir ara tekrar eski haline dönme belirtileri göstermişti. Sessiz
, gergin, tedirgin… Onun o asık yüzünü görünce sevinsek mi bilememiştik. Ama bu durum çok sürmedi. Yine sayıklar gibi konuşmaya, olmadık yere kendini suçlu ilan etmeye, bir nevi dalga geçmeye başladı. Bu günlerde de yine aynı. Arada bir kahveye geliyor. Yansın yanmasın, sobanın yanına bir sandalye çekip, bir bardak çayı yarım saatte içip, artık hayal kuramadığını söylüyor.
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın