Benim için hazan mevsimi mayısta başlar, yaprakların dökülmeye başladığı eylülde sonlanır sevgili okurlar. Halkımızın düğün mevsimi olarak andığı bu telaşe dönemi, hayatımın üstüne her yıl bir karabasan gibi çöreklenir. Hayır, her evlilik haberinin bekarlar havuzunu bir kişi daha küçülterek muhtemel eşler evrenimi daraltmasında asla değilim. Olsam da size söylemem. Çakallığın nihanı makbuldür, o kadarını ben de bilirim. Fakat bunca lüzumsuz tantanaya şahit tutulmak, haftasonlarını yitirmek, geri dönüşü meçhul maddi yatırımlar yapmak ve sanki yeni bir şey söylüyormuşçasına dile getirilen “eh, seninki ne zaman?” sorusuna muhatap olmak iflahımı kesiyor. Halbuki evlenme fiili “olan var, olmayan var” demeden gözümüze soka soka işlenmemeli,. “Bakın bakalım nasıl da evleniyoruz!” gayretkeşliğiyle Çin Seddi’nden Tuna boyuna kadar hayat emaresi gösteren bütün canlılar teker teker telaşa verilmemelidir. Böyle olsaydı gözümün önünde işlenmeyen cinayetlerin umursamazlığıyla meseleye yaklaşabilir, gafletimin keyfini sürebilirdim. Bunu bana daima çok gördüler.
Bu yıl da hep aynı korku filmini izledim: Yaşıtlarım sürekli evleniyor, “yaşım geldi galiba” sinyalini olanca rahatsız ediciliğiyle aklıma yazıyordu. Küçüklerim bile coşkun ırmaklardan taşar gibi evleniyor, ihtiyarlama endişesiyle boynumu bükük, kalbimi kırık koyuyordu. Elhak bir süredir fanatik bir Fenerli olarak Beşiktaş ve Galatasarayı Avrupa maçlarında desteklemek ölçüsüne varan ilerlemiş ihtiyarlık belirtileri gösteriyordum. Fakat işin en acısı ise büyüklerimin dahi durup dinlenmeksizin evlenmesiydi. Evde kalmışlar camiasında hayat ipine tutunduğum “daha Kadayıf Abi de evlenmedi” bahanesi parmaklarından kayıp gidiyordu. Velhasıl bu yıl da her evlilik haberi bir hüzün, her nişan bir keder oluyordu.
Akraba ziyaretlerinden nefret eder olmuştum. Facebook’ta önüme düşen, akşam yere fırlatılan çorap yüzünden başlayacak cihan harbini zinhar yansıtmayan “ne kadar da mutluyuz, oyy canım biz” temalı resimlerden sıtkım sıyrılmıştı. Minör depresyondaydım, yeterli sebebim vardı. Küçükken atçılık oyunlarında sırtına binip belini kaydırdığım arkadaşım, ayaküstü muhabbetimizi aniden bölüp telefonla eve bi şey lazım olup olmadığını soruyordu. Ayrılır ayrılmaz Bim’e sapacaktı. Kafede içtiğimiz küçük çayın parasına kilo kilo domates hıyar aldığı yetmezmiş gibi market kapısının önündeki klimaların önünde beklerken bedavadan serinleyecekti. Buluşma gruplarımız oldukça küçülmüştü. Arkadaşlarımızın karıları
, kocalarını biz mikrop yuvası ve radyoaktif bekarların yanına bir türlü salmıyordu. Biz türünün son örneği bekarlar, haftanın stresini atmak için bir akşam vakti buluştuğumuzda, kazara aramıza evli biri sızmışsa dakika başı “abi yenge beklemesin, geç kalma” diyorduk. Muhabbeti mahvetme pahasına, bilmem hangi yaranma duygusuyla evini bir kere dahi bize göstermemiş olan zıkkımın kökü kadınlara yanlıyorduk. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, bazı arkadaşlarım fırsatını bulur bulmaz “babalık gibisi yokmuş be abi, sanki canından bir parça yaşıyor. Minicik elleri, tombul tombul yüzleri, ihih… Hoşgeldin bebeğim hoşgeldin hayatımıza” gibi test edemeyeceğim birtakım iddialarla kafa ütülüyor, çocuklarını kulllanarak tabloyu iyice dramatize etmekten de keyif alıyordu. Sanki kucağına alanın ağzına yüzüne kuş boku kıvamında kusan çocuklarının insanlık aleminde tuttuğu yer 7 milyarda bir mesabesinde değildi de, dünyadaki tek çocuk onlarındı. Her gece minik cimcimeler, oğluşlar, bebişler, kuzular ve bilumum ismin ilk üç harfi ikilenerek oluşturulmuş sevimsiz kelimeler (Hüshüs, Sümsüm, Hamham) durmadan beni boğuyordu. Kendimi rahatlatabilmek için bebeklerin isimleriyle kendi kendime makara yapacak kadar çirkefleşmiştim. “Çocuk adında Z harfi mi olur, çocuk çocuk değil eşşek arısı vızıltısı” diye düşünüyor, 88 yaşına gelmiş beli bükük Berkeler hayal ediyor; çift isim koyma çakallığı sayesinde telafuz edilmeyecek olsalar da, isimlerinde Melehat geçen bir aylık Bebekleri agucuk gugucuk diye seviyordum. İşte dostlarım, bu karmaşık ruh hali ile, iki hafta içinde gitmek zorunda olduğum bir kına ve iki nikah töreninin 4 mimarının umrunda bile değildim. Töbe! Tabii ki umurlarındaydım. Benden en kötü gram altın bekliyorlardı. Celladım maaşını da benden istiyordu.
Tatilimi geçirmek için yurtdışından İstanbul’a gelmiştim. Daha ilk haftasonu, düğün sezonunun derbi müsabakası diyebileceğim bir tantana, karşılama töreni niyetine beni bekliyordu. Hem Kız, hem de erkek tarafını yakından tanıdığımız bir evlilik hadisesi için cumartesi akşamı kına gecesi, pazar günü ise nikah organizasyonu yapılacaktı. Düğün yerine kına gecesi yapmayı seçen aileler kına gecesini “yalnız kızlar” ile mahdut tutmakla yetinmeyerek, “cümbür cemaat” ve “bütün mahalle” kitlelerini de çağırmayı tercih etmişti. Gönül rızasıyla mıydı, diğer ailenin “bizim orada adet böyledir” diyerek dünürlere ne bulursa geçirmek fantezisinin kurbanı mı olmuşlardı, bilmiyordum. Umrumda da değildi. Benim için fark eden hiçbir şey yoktu, o düğün salonuna mecbur gidecektim.
Sabahtan beri gelip çatacak o anın stresiyle yaşadım. Saatlerce bacağımı zangır zangır titrettim. Kendi ellerimi var gücümle sıkarak vıcık vıcık terlettim. En stresli anlarımda yaptığım üzere iç sesime durup dinlenmeden Hop De Bakim şarkısını söylettim. Tüm bu yoğun çalışmalarım akrep ve yelkovanı durduramadı. İzafiyet teorisi yine aleyhime çalışmış, bir an evvel akşam olmuştu. Güneş umutlarımla birlikte batarken, annemler “hadi kalksana, gitmiyor musun?” diye aslında soru olmayan bir emirle beni kınaya çağırdılar. “Yaa siz gidin, benim ne işim var? Sıkılırım ben” diye umutsuzca mızıldandım. “Oğlum insan içine çık biraz, bu ne sabahtan akşama kadar tıkır tıkır bilgisayar başındasın, biraz topluma karış, insan gör. İnine kapanıp da yabanileşme!” gibi cümleler barındıran yoğun bir top atışıyla cevabımı aldım. Homurdana homurdana kalkıp yalnızca düğünlerde ve sunumlarda giydiğim takım elbisemi askıdan indirdim. Takım elbise benim için stres demektir. Cekete dokunur dokunmaz terlemeye başlarım. Zaten apartmanda fırsatını bulduğunda burnunu karıştıran, mont cebinde az kullanılmış buruşuk selpak gezdiren adamdan bir asilzade çıkaran bu riyakar kıyafetten nefret ederim. Memur gibi soğuk, memur gibi sevimsizdir. İşte yine onun içine girecektim.
Hazırlanmamı olabildiğince geciktirdim. İki kere tuvalete gittim. Saçlarımla oynadım. Kravatı patates püresi halinde ezdikten sonra, “baba şunu bağlasana yaa, ama geniş olsun, kafamdan sığmıyo” diye ailenin kravat bağlama sorumlusuna teslim ettim. MP3 çalarımın dolanmış kulaklığını yavaş yavaş çözdüm, sonra bi daha kırışması için tekrar cebime tıktım. Çoraplarımı çıkarıp abdest aldım, tırnaklarımı kesip aralarını makasın sivri ucuyla temizledikten sonra bir daha giydim. Ayakkabılarımı sildim, saatimi masanın üstünde, telefonu şarj aletinde unuttum, tam çıkacakken hatırladım. Kapıya doğru yürürken aniden geri dönüp parfümümü üstüme beş pısst miktarınca sıktım. Ne yaptıysam “Off gelmiyorsan gelme” dedirtmeyi başaramamıştım. Yola çıktık.
Burada İstanbul trafiğine şükranlarımı ifade etmeliyim sevgili okurlar, zira kınanın başlangıç saatinde biz köprü üstünde boğaz sefasındaydık. Her fren gıcırtısı benim için bülbül sesinden daha huzur verici, çağlayan ırmaklardan daha ferahlatıcı olmuştu. Fakat yollar önünde sonunda bir visale varıyor. Nitekim biz de berbat birkaç saat geçirmek üzere her bütçenin dostu, dar gelirlinin yuva yapanı Tektaşlar Düğün Salonu’na teslim olmuştuk. Koca direklerin etrafına dizilmiş örtüleri yerlere sürünen plastik masalar; yarıya yakınının ağzı çatlamış lekeli bardaklarla, çeşmeden şebeke suyu doldurulmuş plastik sürahilerle ve her nasılsa çürümeye başlamış yapma çiçeklerle dekore edilmişti. Salon hemen hemen doluydu. Oturanlarsa evlenenleri asla düşünmüyordu. Yaşlı teyzeler müzik başlar başlamaz kaçmanın heyecanını duyuyor, gençler pür dikkat karşı cinsi tarıyor, onlarca anne “camış gibi olduğuna bakmadan çok açık giyinmiş” ve “okumadı ama işi gücü var bak” gibi fikirleri kafalarında şekillendiriyordu. Fakat şüphesiz salonun padişahı sahnede iki saniyede bir “se, seh” diyerek teknik aksamı idare etmenin verdiği keyfi süren adamdı. O olmasa kimse oynayamayacak, kına yanmayacak, genç aşıklar evlenemeyecekti. Padişahımız efendimiz hoparlörleri yoklarken bir sürü parfüm kokan, tıraş köpüğü kokan, ter kokan ve çikolata kokan (dondurma yemiş) ıslak kafayla toslaştım. Başkalarının teriyle terlediğimi fark ederek iğrenecek gibi olduğumda kendimi durdurdum hemen. Takım elbise beni halktan biri olmaktan çıkarmamalıydı. İşte ben de bu insanların hemşehrisiydim. Babamla birlikte, ayak boyları simetrik olmadığı için tahtırevalli gibi gidip gelen bir masaya oturduk. Dengesizin biri masanın üstüne oturacak olursa, hiç düşünmeden çaprazdaki masa köşesine geçip masa kırılana kadar onu zıplatmak hayallerimi süslüyordu.
Orkestra şefimiz mikrofonu en rahatsız edici tona getirdiğinden emin olduğunda, “apöllö”lerden Windows 7’nin klasör geçişlerini bildiren bir dizi tok “çıt, çıt” sesi duyuldu. Apöllö ve Windows kelimeleri bu salonda müthiş bir teknolojik uyum yakalamıştı. Geleneksel ve modern birbirlerinin kemiklerini kırasıya kucaklaşmıştı. Artık herşey hazırdı, vücutlarının elastikliğini ortaya koyma arzusuyla yanıp tutuşan bir sürü ülke genci birkaç saniye içinde yoğun bir enerji sarfiyatına başlayacaktı. Hepsi parfüm şişesini üstüne boşaltmıştı, hiçbiri terlediğinde rezil olmayacaktı. Ben böyle düşünedurayım sevgili okurlar, eserlerinde Kelkit Vadisi’ndeki bütün ilçeleri teker teker zikrederek tüm bölgenin sevgisini kazanan ve Mustafa Küçük’ün asırlara meydan okuyan hükümranlığını sarsan Nurettin Bay çatallı sesiyle salonu hareketlendirmişti bile. İnsanlar kolonların hançeresinden kopup gelen zurna çığlıkları eşliğinde tepiniyor, sağa sola sallanıyordu. Eğlenebiliyorlardı. Gerçekten mutluydular.
Karşımdaki sandalyeye ilk defa kimin oturacağı fazla gecikmeden belli oldu. Muhabbetin göçmen kuşu, bıkkın Anelka’sı dayımın oğlu Hüseyin az sonra karşıma geçecekti. Bir kişiyle abartılı bir samimiyet içinde birkaç dakika yüzeysel muhabbet ettikten sonra pat diye bir başkasına giden, kısa süre de onunla konuşan ve toplantının sonuna kadar böyle devam eden adamları düşünün. Derin derin muhabbet edemeyeceğiniz, yok hükmünde bir adamdı Hüseyin. Akrabalarını gördüğünde yaltaklanan, fakat hiçbir zaman bir kere olsun telefon edip hal hatır sormamış riyakar bir abartılı samimiyet biblosuydu. İşte bu Hüseyin tüm yalancı babacanlığını takınarak yanıma yaklaştı. Kıyafetimin kırışmış olup olmadığını gözleriyle şöyle bir inceledikten sonra “ooo Ahmet baba, nasılsın? Keyifler nasıl? Ne zaman geldin?” diye muhabbetin koyulaşacağını ihtar eden bir grup soru sordu. Cümlelerini sürekli “baba” diye bitirerek bir bıçkınlık, bir muhatabını koruması altına almış serseri havası yakalamaya çalışırdı. Yüzümü kendisine çevirdim. Hüseyin o anda bana karşı beslediği babacan merhameti harekete dökmek üzere elini saçıma attı. Ne zaman birilerinin çift olduğu bir merasime gidecek olsam saçlarım ibibik gibi dikilir. Standart Türk erkeğinin “Belki birini buluruz” motivasyonuyla gittiği bu yerlerde ekmek kovalamamam gerektiğini, entelektüel takıntılarımla birlikte ihtar eden bir erken uyarı sistemidir saçlarımın kazan kaldırması. Sularım olmaz, tararım düzelmez. “Dur saçların bozulmuş” deyip müdahale ederler. Hüseyin de aynı şeyi yaptı. O an o sabah yıkanmadığımı hatırladım ve pancar gibi kızardım. Hüseyin elini Mısırözü yağı tenekesinin içinne daldırmış gibi bir tuhaf oldu. İleri doğru çember şeklinde uzanan ince dudaklarının saklayamadığı açık altın rengi dişlerinin kamaşmasından, otuz santim geride gizlenen midesindeki dalgalanmayı çok net seyredebiliyordum. Babacan dokunuşlar yapmak üzere kafama inen ince parmaklarını ancak 2-3 saniye kadar saçımda tutabildi. Çekebilse aniden çekerdi ama bozuntuya vermemek için 2-3 saniye daha iğrenerek kurcalamıştı yağlı saçlarımı. Sonra elini omzuma indirdi. Hüseyin’den daha az sinsi değildim, Hüseyin gibi on tanesini cebimden çıkarırdım alimallah. Evet, omzumu okşar gibi yaparak elinin bulaşığını takım elbiseme siliyordu şerefsiz Hüseyin. Takım elbisemden ne kadar nefret etsem de bozuldum. Kızdım Hüseyin’e içimden. Rencide olmuştum. “Taharetlenirken bu kadar iğrenmezsin ulan şerefsiz” diye haykırmak istedim, medeni kaygılarım müsade etmedi.
- Yazının İkinci Bölümü İçin Tıklayın -
Ahmet Yıldırım