Yine gece yaklaşmış, herkes odasına çekilmişti. Padişah, karısının 1001. gecenin sonunda idamdan kurtulmanın verdiği rehavetle sırtını dönüp yattığını görünce hiddetlendi. “Be hey sinsi karı, seni affettik de iyi mi ettik? Öküz öldü de ortaklık mı bozuldu? Üç yıldır beni Pavlov’un köpeği gibi masallarla uyumaya alıştırdın, şimdi sırtını dönüp yatıyorsun öyle mi? Nöbe…!” demişti ki Şehrazat aniden yüzünü sultana döndü:
– Affedin sultanım, bu gece çok başım ağrıyordu, o yüzden sırtımı döndüm. Lakin sultanımızın emri başım gözüm üstünedir. İzin verirseniz, size bu gece de Abbasi Sarayı’nın meşhur soytarısı Dülame’nin masalını anlatayım.
Şehrazat oyunla, masalla, türlü cilve ve yalanla kocasını oyalamayı iyi biliyordu. Üç yıl boyunca aynı numarayı yedirerek, bu işin afedersiniz kaşarı oluvermişti. Zaten sonraki yüzyıllarda onun soyundan gelen kadınlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin her yerine dağılarak bir iki yüzlüler şebekesi kuracak ve Şehrazat’ın açtığı “yüzüne gül, kuyusunu kaz” geleneğini sürdürecekti. Bu kekremsi göndermeyi yapıp nüfusumuzun yarısını karşımıza aldıktan sonra masalımıza dönecek olursak; Şehrazat yine tatlı diliyle padişahı yumuşatmayı bilmişti. Sultan izin verince masalını anlatmaya başladı.
Bundan uzun asırlar evvel
, dönemin Bağdat hükümdarının görkemli sarayında Dülame isimli bir soytarı yaşıyordu. Dülame’nin işi türlü şaklabanlıklarla derdi başından aşmış sultanı neşelendirmekti. Devlet azametinin hoş görmeyeceği herşey ona serbestti. Başkası yaptığı takdirde kellesini kaybedeceği şeyleri yapıyor, cezalandırılmak şöyle dursun, “Alem adamsın ya Dülame! Yeryüzünde senin gibi hayırlı bir insan bulunmaz” diye takdir görüp sırtı sıvazlanıyordu.
Dülame çakalın tekiydi. Espri kılığına soktuğu sürece her türlü namussuzluğu yapabileceğini bildiği için, aklına gelen ne kadar muzırlık varsa hepsini yapıyordu. Sultanın kulağına anahtar sokup tekdir edilince, “zengin hazinenizi açıyorum efendimiz” diyor ve ince zekasıyla devasa bir kahkaha tufanı koparıyordu. Valide Rüveyda Sultan’ın çocuklar yemesin diye saray yataklarının arasına sakladığı şekerlemeleri yiyor, sonuncu şekerlemeyi de ağzında ıslattıktan sonra Rüveyda sultanın suratına tükürüyordu. Yabancı devletlerden gelen elçilerin ayakkabılarına işiyor, hayvanlarının arkasına demir sopalar çakıyordu. Ciddi görüşmeler esnasında diplomatik temayülleri tarumar edecek hareketlerde bulunmak ise en büyük zevkiydi. Savaş kararı mı alınacak? Dülame misafirin ağzına tekme atıp konuyu değiştirirdi. Sultanın huzuruna çıkan misafir tazime mi başlamış? Dülame misafirin alaylı alaylı taklidini yapıp bütün façasını bozardı. Sultanın gözde cariyelerinin yüzünü rendeyle parçalar, hazine odasındaki altınları sultanın tuvaletine boşaltır, gece herkes uykudayken “yangın var” diye bağırıp herkesi telaşa verirdi.
Dülame’nin bir başka huyu ise sarayda bulduğu ne varsa yemekti. Devlet hazinesinin üstüne bir karabasan gibi çöreklenmiş, saray mutfağının anasını ağlatmış, midesini adeta bir tahıl ambarı gibi kullanarak ülke çiftçilerinin emeğine ambargo koymuştu. Kısa boyu ve boyuna yaklaşan bel çapıyla, insandan ziyade iri bir kaya parçasına benziyordu. İşin ilginç yanı; yemeğini kat’iyen kendisine ayrılan bir kapta yemez, sadece başkalarının tabaklarındaki yemekten birer lokma çalarak beslenir ve yüzlerde beliren mutsuzluğu gürültülü kahkahalarıyla silmeyi bilirdi.
Dülame’nin yıllar süren bu zevkü sefası, saraya yeni gelen cariyelerden Süreyya Hatun’u fazlasıyla rahatsız etmeye başladı. Saraya bir ay önce Bağdatlı bir tüccar tarafından satılan Süreyya Hatun, aşırı derecedeki sevimliliği, zeytin yeşili gözleri, munis, tatlı edası ve sultana gösterdiği sevgisiyle kısa zamanda sultanın gözdeliğini elde etti. Süreyya Hatun, herşeyden önce bir kadındı. Dülame’nin pervasız tavırlarıyla elde ettiği makamı kısa zamanda kıskanır oldu. Sultanın bütün ilgisini kendi üzerinde toplamak istediği için, Dülame’yi saraydan kovdurmak üzere hain bir plan yaptı.
Dülame, herşeyden önce bir erkekti. Süreyya Hatun, Dülame’ye gözler süzerek, bakışlar atarak, cilveler yaparak yaklaştı. Hayatında ilk defa kendisine güzel bir cariyenin farklı niyetlerle yanaştığını gören Dülame, Süreyya Hatun’un cazibesine kapıldı. Günlerden bir gün, Dülame’nin istediği kıvama geldiğini sezen Süreyya Hatun, ona saraya nasıl geldiğine dair aklına ilk gelen hikayeyi anlatıverdi:
– Otur ya Dülame! Sana hazin hikayemi anlatayım. Kafkas Dağları’nın eteklerindeki şirin bir köyde ailemle yaşardım. Kuşlarla şarkı söyler, rüzgarla kovalamaca oynar, tezekler üstünden ceylan gibi sekerdim. Derken o meş’um gün Bağdat sultanının ordusu köyümüze saldırdı. Ağabeyimi bir okla yaraladılar. Ben onu tedavi etmekle meşgulken, iri kıyım, zebellah gibi bir adam beni kucakladığı gibi atının terkisindeki kafese kapattı. Dağlar tepeler aştık, dereler denizler geçtik. O asker beni Musul’da bir köle tüccarına verdi. Sonrası malum. Beni saray için satın aldılar. Şimdi de hiç sevmediğim bir adam olan Sultan’ı oyalıyorum. Peki ya sen? Senin hikayen nasıldı ey Dülame?
Zeki adamlar bazen öyle aptallıklar yapar ki aklınız hafsalanız almaz. Dülame zeki adamdı, ama yine de boş bulundu, oltaya geldi ve kendisini gaza getirmek için anlatılan bu tatsız tuzsuz hikayenin yalancı samimiyetine alddanarak sırrını ortaya döktü, çılgın hikayesini anlatmaya başladı…
* * *
Dülame’nin Hikayesi
– Hayatımı aydınlatan Süreyya yıldızım. Şu dört duvar arasına sızan hayat ışığım. Bak dinle, sana hikayemi anlatayım.
Bundan uzun yıllar önce, Mısır sultanının ilk oğlu olarak dünyaya geldim. Bilirsin masallarda hep küçük oğullar kollanır, hep onlar başarılı olur. Babamın küçük oğlu dünyaya geldiğinde ben bu acı sonu görerek babamın yanına gittim. “Babacığım,” dedim. “Biliyorum ki yıllar yıllar geçecek ve bu küçük çocuk beni bir şekilde alt edecek. Art niyetli, kardeşini kıskanan, ihanetler tasarlarken rezil kepaze olan büyük kardeş olarak kitaplara geçmek istemiyorum. Tahttan vazgeçiyorum, taht küçük kardeşimin olsun. Bana bir görev ver, kimseler bilmesin. Ben o görev ile sana ve güzel ülkemize hizmet edeyim.”
Han babacığım beni sevgi ile bağrına bastı. Gözlerindeki yaşları sildikten sonra, “Bağdat sultanının üzerimize akınlar kurar olduğunu öğrendik. Var git, onu engelle evladım. Seni mükemmel bir insan olarak yetiştirdim, başarılı olacağından eminim. Var izini kaybettir, namının yürümesi için ben ölümümden 10 yıl sonra açılmak kaydıyla, nasıl büyük bir kahraman olduğunu anlatan bir tablet hazırlatıp hazineye teslim edeceğim. Git ve Bağdat hükümdarını iş göremez hale getir. Bütün işlerini berbat et” dedi.
Han babamın elini öptükten sonra yanıma beni Bağdat’a götürecek kadar para aldım. Kılık değiştirip yola düştüm. Bağdat’a yaklaştıkça planım şekillenmeye başladı. Saraya soytarı olarak girecek, Bağdat sultanını hem halkı huzurunda, hem de diğer devlet temsilcileri nezdinde şebeğe çevirecektim. Bunun için burnuma ve kulağıma halkalar taktım, saçlarımı merdiven şeklinde kestirdim, koluma da “only God can judge me” yazan bir dövme yaptırdım. Artık tam bir soytarı olmuştum.
Sultanın ava çıktığı bir gün bu kılıkla maiyetinin arasına karıştım ve Sultan’dan beni saraya alması için ricacı oldum. Valide Rüveyda Sultan tipimi gördüğünde kahkahaya boğulmuştu. Oğluna ricacı oldu ve saraya girmeyi başardım. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Neler neler yapmadım ki? Ordunun Mısır seferine çıkacağı gün, ordunun arasında ağzımdan ateş çıkarma gösterisi yaptım. Aynı gösterinin bir parçası olarak Bizans’tan kafes kafes fare getirtmiş ve onları askerlerin arasına salmıştım. Farelerden bulaşan veba mikrobu Mısır yolunda ordunun yarısını telef etti. Çin sultanı ile ordu toplamayı görüştükleri gün, misafir Sultanın tabağına köpek gibi ağzımı soktum ve ağzımdaki zehri tükürdüm. Çin sultanı o gece öldü ve zehirlenme anlaşılınca Bağdat hükümdarıyla savaşa tutuştular. İki ülkenin de gücü kırıldı. Bunları fırsat bilen Han babam, güney sınırlarında epeyce ilerledi. Şaka kılıfında misafirlerinin huzurunda sultanı rezil ettim, devlet adamlarını küçük düşürdüm, öyle bir nefret duydum ki sarayın kaynakları tükensin diye hep yemek yedim. Herkes yaptıklarımı şaka sanıyordu ve yapabileceklerim konusunda beni durdurabilecek hiçbir engel yoktu.
* * *
Hikayeyi dinleyen Süreyya Hatun duyduklarından etkilenip “Ağabey, ağabeyciğim! Babam da seni bulmam için beni buraya göndermişti” diyerek Dülame’nin boynuna mı sarıldı? Hayır. Bu soylu ve akıllı Mısır şehzadesiyle evlenmeye mi karar verdi? Hayır. Duyduklarını olduğu gibi Bağdat Sultan’ına mı yetiştirdi? Hayır hünkarım, hayır yakışıklı kocacığım, hayır. Bunların hiçbiri olmadı. Sadece Dülame’nin yapabilecekleri konusunda dehşete kapıldı ve bu adamla uğraşmamaya karar verdi. Kararı doğru değildi, çünkü heyecanı gider gitmez yediği haltın farkına varan Dülame, aynı gece cariyenin kaldığı odaya usulca sızdı. Zaten ahı gitmiş, vahı kalmış Bağdat sultanından son intikamını almak üzere onu hayata bağlayan güzeller güzeli Süreyya Hatun’un güzel başını kesip kanlı kafanın saçlarını yere sürüye sürüye sultanın odasına götürüp bıraktı. Kıyafetine damlayan kanların kendisini ele vermesinden korkan Dülame, tüm olup bitenleri Han babasına anlatmak üzere saraydan kaçarak Kahire’ye doğru yola çıktı.
Dülame ikinci büyük hatasını yapmıştı. Sultanın odasındaki kesik başın ardından ortadan kaybolan biri, kısa zamanda şüpheleri üstüne çekecekti. İri cüsseli Dülame henüz kaçamadan ardına düşen askerlerce yakalanıp idam edilecekti. Fakat Dülame’nin şansı bir kez daha yaver gitti. Odasındaki kesik başı gören Sultan, düştüğü dehşetten toparlanamayarak o sabah öldü. Saraydaki cenaze telaşesi, cariyenin kesik başını unutturdu ve Dülame Bağdat şehrini güven içerisinde terk etti.
Fakat Valide Rüveyda Sultan, saraydaki biricik eğlencesinin kaybolmasına daha çok üzülmüştü. Ne de olsa bir oğlu öldüyse de diğer oğlu hayattaydı ve taht güvendeydi. Zaten bunamaya başladığı için neyin ne kadar önemli olduğunu anlayabilecek durumda da değildi. Sarayın müneccimbaşına uğradı ve ondan Dülame’yi sordu.
Müneccimbaşı, hayli tembel bir cadıydı. Dişlerinin dibi yosun tutmuş leş gibi bir kadındı. Hiçbir işe karışmaz, kendi odasına kapanır ve sadece kendisine sorulanları cevaplardı. Daha önce Dülame’yi hiç incelememişti. Ruhlardan Dülame hakkında bilgi alır almaz beyninden vurulmuşa döndü. Ahı gitmiş, vahı kalmış Rüveyda Sultan’a Dülame’nin öldüğünü söyledi. O gece süpürgesine binip Dülame’nin konakladığı hana vardı. Dülame’nin yanındaki odayı tutup hemen yerleşti.
Sabah olur olmaz Dülame’nin kapısını çaldı. “Evladım, aşure yaptım da herkese dağıtıyorum. Yemek istemez misin?” diye sordu. Dülame çok acıkmıştı. Üstü ceviz, fındık ve tarçınla süslenmiş aşure kasesini aldığı gibi teşekkür etmeyi dahi unutarak aşureyi mideye indirdi. Evet hünkarım
, evet sevgilim
, doğru tahmin ettiniz. Aşure ilaçlıydı. Dülame derhal bayılınca, cadı ağır mağır demeden Dülame’yi dışarıda bekleyen atının terkisindeki kafese koydu ve evine götürdü.
Dülame’yi aç bırakarak öldürmenin en iyisi olacağını düşünmüştü. Yosunlu dişleriyle Dülame’nin karşısında aşure yiyor, ağzını da durmadan şapırdatıyordu. Dülame derin bir umutsuzluğa kapılmıştı.
Derken bir gün cadı evinin kilimlerini balkondan silkelerken dengesini kaybetti ve tepe üstü yere çakılarak öldü. Fakat bu Dülame’nin hiçbir işine yaramadı, çünkü kafesi kıracak gücü kalmamıştı. İki gün sonra kahraman Mısır prensi Dülame de susuzluktan öldü. Mısır hükümdarının, oğlunun faziletlerini anlattığı tableti ise İngilizler çalıp British Museum’a götürdü.
Şehrazat burada durup şöyle bir soluklandı. “Afedersiniz Sultanım, masalı biraz koştura koştura toparladım. Biraz da karman çorman oldu galiba. Uykum gelince üzerinize afiyet saçmalamaya başlıyorum. Dilerim beni bağışlarsınız. Bir de karışık anlatınca daha kolay uyuyorsunuz, değil mi? Sultanım? Hünkarım? Süleyman? Sen beni dinlemiyo musun Süleyman? Aman Allah’ım şu horultuya bak! Koskoca Padişahsın uğraştığın, anlattırdığın şeylere bak ya, gençliğimi yedin be gençliğimi” dedi ve çamaşır suyu kokan ellerini yastığın altına sokup salyasını akıta akıta uyudu.
Ahmet Yıldırım
Bir Cevap Yazın