685. GÜNÜN 227. YAĞMURU
Bu sabah kapım çaldı. Gelenin kim olduğuna dair bir tahminim, bir merakım olmadı. Yattığım yerden şöyle bir doğruldum, sonra gerisin geri yastığa düştü başım. Gelen her kimse, onu yanlış evin kapısını çalıyor olduğu gerçeğiyle yüzleştirmek istemedim. Bunun yerine kapıyı çalmaktan bıkıp gitmesini bekledim. Öyle ya, yanlış adres olmadan kim çalardı ki kapımı? Kim vardı ki tanıdığım? Kim kalmıştı o eski, o neşeli günlerden? Neredeyse tüm sevdikleri ölmüş, yarı bir ölüydüm. Üzgündüm. Bundan sonra kapıyı asla açmamaya karar verdim o kederli anda. Gelgelelim dışarıdaki şahıs kapımla bateri arasında gereksiz bir bağlantı kurmaya çalışıyor, müzisyen olma hayallerini gerçekleştirmenin formülünü zili bile çalışmayan zavallı kapımda arıyor; bu feci durum, sevmediği bir şarkıyı defalarca dinleme cezasına çarptırılmış bir kulak mahkumu yapıyordu beni. Bunu düşünür düşünmez kelime yakınlığından kürek mahkumları geldi aklıma. “Toprağı bol olsun” gibi bu konuda da bazı çılgınlıklara imza atmıştım eskiden. Kürek mahkumlarının inşaatlarda çalıştırıldığını sanırdım. “Şehirde ne kadar çok suçlu varmış” diye düşünürdüm yürürken. Öyle işte. Geçmiş de bugüne ancak kum gibi serpiliyor. Senelerce insanın elini tutup onunla gezmiş anılar, gün gelip birkaç satırla değinilen, ötesi sahibinde canlanan, tutulmaz bir el olarak kalıyor. Ben bunları düşünürken dışarıdaki hala kapıyı çalıyordu. Çalmıyor da dövüyordu sanki. Öyle sert vuruyordu ki kapıyı kırıp içeri girmesinden önce korktum, çok geçmeden de böyle olmasını diledim. Kapıya kadar gitmeye üşeniyordum çünkü. Bu dilek aklıma parlak bir fikrin gelmesine neden oldu. Bundan sonra kapıyı hep açık bırakmaya karar verdim. Senede bir kez bile olsa çalıyordu kapım neticede. Yılda bir kez kapıya kadar gitmek ağır gelebilirdi bana. Açık bırakmak müthiş fikirdi.
Dışarıdaki cani kapıyı öldürmek üzereydi. “Ha gayret. Bu son olacak, son kez katlanacaksın bu işkenceye” diyerek kapıyı açmaya karar verdim. Yattığım yerden kalkıp, elime yastığı alarak ağır adımlarla kapıya yanaştım. Bir elimle kapıyı açarken, diğer elimle de yastığı yüz hizamda tuttum. Kapının ardında bir boksör vardı sonuçta. Kapıyı açar açmaz sıkılmış yumruğu, terlemiş alnı, çatılmış kaşı, kararmış gözü, gerilmiş yüzüyle Naim’i karşımda buldum. Kum torbasına çevirdiği kapım yüzünden nefes nefese kalmıştı. Naim beni görür görmez, “seni bu saatte rahatsız etmek iste… istemezdim ama çok önemli… sana çok… çok önemli bir şey sormam lazım Müştak” dedi. Hey gidi Naim. Çoktan unutmuştum onu. En son intihar etmek isterken görmüştüm kendisini. Tabutçular Köprüsünden atlamaktan son anda vazgeçirmiştim Naim’i. Beş kilo oje sayesinde olmu… Tüh… Bunu da unutmuştum. Naim’e beş kilo oje alacağıma dair verdiğim söz köprünün korkulukları kadar gerçekti. Beş parasız beş kilo oje nasıl alacaktım şimdi. Ulan keşke atlasaydın Naim. Köşeye fena sıkışmıştım. “Gerçekten… çok mühim… olmasa gel… gelmezdim” diye kesik kesik devam etti Naim. Beş kilo oje elbette mühimdi. Hele bu parasızlıkta daha da önemli bir hale gelmişti. O an ojeyi icat edenler beynimi okuyacak bir icatla karşıma gelseler, mucitleri oldukları icatlarına lanetler yağdırırlardı. Naim zaten gergin olan yüzünü daha da gererek, bana son darbeyi, şimdi beş bin kilo ağırlığa ulaşan o oje darbesini vurmaya hazırlandı. Sol eliyle alnında birikmiş terleri son kez sildi. Sağ elinin baş ve işaret parmağıyla çenesinin altını ve kenarlarını turladı. Sonra iki elini birden kafasının hizasında öne doğru
, uzatmaları gösteren tabelayı tutan dördüncü hakem gibi uzattı. Onun bu tuhaf halleri tedirginliğimi iki katına çıkarttı. Neydi bu? Ojeden başka bir konu olabilirdi. Lan! Yoksa diri filan mı vardı? Bir tanıdığım mı dirilmişti acaba? Hayır, buna hazır değildim henüz. Yıllardır bu yokluğa, bu yalnızlığa alışmış sayılırdım. Asla, buna asla dayanamazdım. “Lütfen böyle bir şey olmasın” diye geçirdim içimden. “Lütfen…”
Naim derin bir nefes aldı. Belli ki artık vakit gelmişti. Sağ elini cebine attı. Kulpundan tuttuğu kahve fincanını çıkardı cebinden. Sonra fincanın içinde duran 1 lirayı alıp bana doğru uzattı. “Bunu bozar mısın?” dedi. İçeri girip masanın üstünde sağa sola dağılmış demir paralardan dört tane 25 kuruş alıp kapıya döndüm ve onları Naim’e verdim. O da bana 1 lirayı verdi. Sıkılan yumruğu gevşedi, gerilen yüzü yumuşadı Naim’in. “Sevgilimden ayrıldım” dedi. Bu cümle, baş belam haline gelen ojeyi tarihe gömüyor, aynı anda da sevgili Naim’in derin bir gönül yarasını dile getiriyordu. Duygularım karışmıştı. Gerçekten üzüldüğüm, hakikaten sevindiğim bir haberdi bu. Naim giderken uzun bir süre arkasından baktım. Sonra kapıyı kapatmadan içeri girdim. Yağmur yağıyordu. Yine üstü açılmıştı. Gidip hemen tahta kurdunun üstünü örttüm. Geçen hafta yaptığım çayı ısıttım. Şekersiz çay çok kötü. Alışkanlık, çay kaşığını bardağa koydum yine. Kuş uykusunda ötmeye başladı. Sıcak çay kaşığını kanadına değdirerek o iğrenç şakayı yaptım ona. Kızdı. Çok kızdı. Bu kadar güzel bir varlığı kızarken görünce Shakespeare’in o isabetli sözünü hatırladım : “Sinirlenmiş kadın, suyu bulanmış pınara benzer.” Bunu kuşa söylediğimde oralı olmadı. Ben de tahta kurdunun rüyasına girmeye çalıştım. Yapamadım.
GECELER
Yarım saat kadar önce uyandım. Güneşin doğmasına daha çok var. Sokakta kimsecikler yok. Tek tük kedi köpek… Sokağa bakıyorum. Evlerin arasında uzayan yapayalnız bir yol… Gündüz buluşmak için koşar adım geçen sevgililerin belli belirsiz ayak izleri… Gün içinde kendileri, geceleyin sanki hayaletleri buluşuyor gibi, olmayan, ama varmış gibi hissettiren heyecanlı bir hareketlilik. Sonra boşluk… Yolun her köşesinde, son vedanın ilk buluşmayı kürekle dövmesi gibi morarmış izler… Yolun yarısında bir çöp kutusu. Çöp kutusunun içinde… Yahu tam duygularım depreşmiş, tam kendimi sokağa atıp bu yalnız halinde şehirle dertleşeceğim, çöp kutusunu araya kaynaştırıyorum ve birden tüm büyü bozuluyor. Beyefendi bir de içinden bahsedecekti kutunun. Neden acaba? Yoksa… Ne? Hadi canım… Çürümüş meyveler, küflü ekmekler, geçmiş, kokmuş yemeğin artıkları, poşete sinmiş yağ, bir zamanlar kremalı pasta olduğu anlaşılan şimdiyse neye benzediği çözülemeyen o gizemli nesne… Yok canım, abartıyorum. O güne daha var. Henüz pirincim bitmedi. Biraz da makarnam var. Pirincim bitmedikçe direncim de bitmez. Ne oldu tahta kurdu? Ne olmuş son kurduğum cümleye? Hoşuna gitmiyorsa sen de duymazdan gelirsin arkadaşım. Al işte kuşu da uyandırdın. Hem sen bu saatte niye hala ayaktasın? Lafı gelmişken, seni son zamanlarda hep günlüklerimin yakınında görüyorum. Oğlum evde tahta namına ne varsa hiçbir şey bırakmadın, şimdi de kağıtlara mı sulanıyorsun. Yapma… lütfen… Bu hayatta bir tek yazdığım şu günlükler var. Masa, sandalye, sehpa, koltuk ne varsa aldın elimden. Al, helal olsun ama bunu yapma. Neyse, hava hala karanlık demiştim günlüğe başlarken. Henüz sabah olmadığını, havanın hala karanlık oluşundan anladım. Böyle iki şeyi birbirine bağlayıp bir sonuç elde ediyorum ya, çok mutlu oluyorum.
HAYRET
25 gündür sigara içmedim. Bunun için kendimle gurur duyacak değilim. Üzülecek de değilim. Vurdumduymaz bir tavır da takınamam. Ne yapsam acaba? Böyle olur hep. Bıraktığım, artık yapmadığım, hayatımda yer almayan şeylerin bile yakama yapışacak bir nedeni olur. Bana esmeyen rüzgar yüzünden üşüyorum. Hayır, fazla ciddiye aldığım falan yok. Ciddiye alınacak ne var ki… Var, çok az şey var. Hayatın, bir düğünde oynanan çılgınca bir oyundan farklı olmadığı duygusu yerleşiyor içime. Artık insanları daha çok seviyorum. Artık onlardan daha fazla nefret ediyorum. Susunca alaya alınacak, konuşunca rezil olacak gibi bir duygu içindeyim. Kemiklerimi kırmak istediği için sarılıyor bana sarılan. Saf sevgi kimde var?
AH BU RÜYALAR
Demin bir rüya gördüm. Bu yüzden gecenin bir yarısı ayaktayım. Sabaha kadar da uyuyabileceğimi sanmıyorum. Son zamanlarda acayip rüyalar görmeye başladım ama az önce gördüğüm ne fenaydı öyle. Sokakta öylesine duruyordum rüyamda. İnsanlar gelip geçiyordu yanımdan. Birden ihtiyar bir adam belirdi karşımda. Yüzyıllar öncesinden gelmiş gibiydi. Konuşmaya başladık. Bana dedemin dedesinin dedesinin (daha bir sürü “dedesinin” den sonra) dedesi olduğunu, asırlar öncesinden geldiğini söyledi. Sert bir adamdı. Korkmuştum.
BEN: Size nasıl yardımcı olabilirim.
İHTİYAR: Bana yardım edecekmiş. Zevzeğe bak. Ulan asıl ben sana yardım etmek için buradayım.
BEN: Büyük büyük, sayısız büyük dedem olduğunuzu söylediniz. Size neden inanayım? Tanımıyorum sizi.
İHTİYAR: Bana bak seni sakallarımla döverim. Ukala herif. Elimi öpeceğine mal mal konuşuyorsun. Demek bana güvenmedin. Dinle o zaman : Adın Müştak Zeki. Kimsen yok. Otuz yaşındasın. Ne bir zırhın, ne bir kargın, ne bir mızrağın; sahip olduğun hiçbir şey yok. Umutsuz, yorgun, hasta, tembel herifin tekisin. Elinden hiçbir iş gelmez. Hala inanmadın mı? Al o zaman, cüzdanında küçük bir kağıt var. İçinde bir not yazılı. Güzel ama uzak bir kızın ellerinden çıkmış kadar zarif bir yazı. Tek bir cümle. Hatta iki kelime. Şöyle diyor…
BEN: Tamam… tamam. İnandım size. Verin elinizi.
İHTİYAR: Hah şöyle. El öpenlerin çok olsun. Akıllı telefon gibi ne dikiliyorsun öyle karşımda. Dedenle bir selfie çekmeyecek misin? Face adresin var mı?
BEN: Ne? Dede kaçıncı yüzyıldan geldin bilmiyorum ama hakim değilim o dile. Son söylediklerini anlamadım.
İHTİHAR: Geri zekalı.
BEN: Aç mısın dede?
İHTİYAR: Bırak şimdi bunları. Buraya senin için, sana bir müjde vermek için geldim. Aslında iki ay önce gelecektim de uyuyakalmışım. Neyse, iki ay kadar önce sana içinde sandık olan küçük bir oda gönderdim. Sandığı bilmezsin de odayı fark etmişsindir. Sandığı bilmezsin çünkü korkudan açamamışsındır odanın kapısını, bilirim. Sandıkta ne var diye merak etmişsindir şimdi. Yüzyıllardır soyumdan gelenleri takip ettim. Herkesin iyi kötü bir hayatı, tutunacağı bir dalı, yaşamasını sağlayan somut bir nedeni vardı. Hepsi hayatından bir şekilde memnundu. Fakat sen geri zekalı, içlerinde yaşamayı beceremeyen, ne yapsa olmayan bir sen vardın. Soyumu gösteren yapbozun uyumsuz olan tek parçası sendin.
BEN: Şey…
İHTİYAR: Kesme lafımı. Hemen kiraya verdiğim komşu ülkenin derebeyinin deresine sıfır daireleri ve asırlar öncesinden getirdiğim çanak çömleği antika niyetine fahiş fiyatlarla sattım. Kıymetli taşlarımı, düğünümde takılan altınları da nakde çevirip hepsini sandığa yerleştirdim. Neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum ama sandığı da odaya koyarak evine gönderdim. Uyuyakalmasaydım bu müjdeyi sana iki ay önce verecektim ama ihtiyarlığıma ver. Artık sürekli uyuyorum.
BEN: Ben o odanın kapısını açtım. Sandığı da… Onu da açtım.
İHTİYAR: Aferin. İşte dedesinin torunu… Takdir ettim cesaretini. Ben sürpriz yaparım sanmıştım ama sen çoktan bulmuşsun mirası. Olsun, erken fark etmen daha iyi oldu. Durumun gittikçe kötüleşiyordu zaten. Hayatın boyunca istediğin gibi yaşa bundan böyle. O paraların hepsi helal olsun sana. Dilediğin gibi harca.
BEN: Paraları yaktım dede.
İHTİYAR: Ne yaptın?
BEN: Yaktım.
Dedemle konuşmamızın kalan bölümünü yazmak istemiyorum. Bana öyle küfürler etti ki anlatamam. Yere değen sakallarından utanmadan dakikalarca sövüp saydı bana. Uyandığımdan beri bu küfürler kulaklarımda çınlayıp duruyor. Benim yaptığım da iş değil gerçi. Yine elime yüzüme bulaştırdım her şeyi. Düşüncesizlik ettim yine. Vay canına… Ben şimdi o kadar parayı yaktım ha? Yüklü bir mirası tümüyle yok ettim. Plastik toplar
, patlamayan balonlar, uzaktan kumandalı arabalar, kalem açacakları, boyama kitapları… Neler alınmazdı ki o paralarla. Kaçtı… yitti… uçup gitti onca şey.
(Devam edecek)
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın