‘Ekmek’li sloganların bir kısım siyasetçi tarafından içinde bulunduğumuz dönemin şartlarina hiç de uygun olmayan şekilde siyasi malzeme olarak kullanıldığı bir süreçten geçtik. Sevgiyi ekmek için buğday ekmeğinin reklamı yapılamayacağına göre, lapayı da kimse yemedi. 2014 yılında ekmek üzerinden siyaset yapmanın vehametini bir kenara bırakıp ‘Türkiye’de petrol vardı da biz mi içtik’ diyen demirellerin, ‘füzelerle savaş kazanabilirsiniz ama füzelerin üstüne oturamazsınız’ diyen baykalların, ‘erken seçim olmasaydı 2084’e kadar iktidarda kalacaktık’ diyen Ecevitlerin, ‘sevgili zeytinburunlular’ diyen Çillerlerin, ‘ölme ölme bir oy gider’ diyen İnönülerin, ‘benim memurum işini bilir’ diyen Özalların, ‘kanlı mı olacak, kansız mı’ diyen Erbakanların siyaset sahnesinde olduğu doksanlara doğru bir gezinti yapalım.
90’lı yıllarda İstanbul’da çocuk olmak dönemin tüm ekonomik ve siyasi çalkantılarına rağmen oldukça keyifliydi. Özellikle orta-alt gelir grubuna ait bir ailenin çocuğu olmanın yerine göre zorlukları olsa da bu zorlukları aşmanın ya da aşamayıp bunların eksikliğini yaşam boyu içinde saklamanın sağladığı katkıyı görmezden gelmemek gerekir. Bugünün Türkiyesi ile 90’lı yılların kaotik Türkiyesi imkan bakımından mukayese edildiğinde aradaki farkların dağlar kadar olduğunu görememek için ya bu dönemlerin her ikisinde de zengin bir aile ferdi olmak, yahut dibine kadar siyasi ve ideolojik saplantı içinde olmak gerekir. Yoksa, bugünün orta hallisinin o günlerin çocuk gözümüzdeki zenginine denk olduğunu dile getirebilmek mümkün olmalı. Belki dünyevi anlamda pek iç açıcı halimiz yoktu ama o günlere dair tebessümle ve iç geçirerek yad ettiğimiz bir yığın hatıramız var şimdilerde.
Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki kendimi fakir göstermek, geçmişte içinde bulunduğumuz durumu ajite edip buradan bir pay kapmak gibi bir maksadım katiyetle yok. Ancak, doksanların alt gelir grubunda yer alan yani kıt kanaat geçinebilen bir ailenin mensubuydum bugünün birçok orta sınıf mensubu gibi. İşte, doksanları gözümde nostaljik ve farklı kılan, o günleri özlemle yad etmeme vesile olan husus tam olarak budur. Hangi dost ortamında o günlere dair bir bahis açılsa benim anlattıklarım içinde bulunduğum meclise biraz değişik gelir. Değişik dediğim, bildiğiniz alay konusu edilir. Hatta benim anlattıklarımı ‘abartılı bir takım kurgular’ olarak değerlendiren de çıkmadı değil. Dostlara gücenmek şöyle bir kenarda dursun, gülüp geçtik. Güldük gülmesine, geçtik geçmesine ama o günlere dair tenezzül edip, teveccühte bulunup paylaştığım hatıralarımın her biri noktasından virgülüne, ünleminden soru işaretine kadar bir yaşanmışlığın abartısız dışa vurumlarından ibaretti. Gel de anlat, anlatabilirsen. Anlattıklarımı can kulağıyla dinleyip sonra da kahkahalar eşliğinde ‘yok be abi, o kadar da değil!’, ‘fena sıkıyorsun’ biçiminden alaycı tepki veren dost bildiklerimize en derin eseflerimizi ilettikten sonra o günlere dair birkaç anektod paylaşıp çocukluğumuzu analım.
Malum-u aliniz, o günler, ailelerin büyük kısmının zorluklar içinde, geçinme telaşesinde olduğu yıllardı. Üçerli beşerli koalisyonların sebep olduğu siyasi istikrarsızlığın tabii neticesi olan ekonomik çalkantı hali (enflasyon, devalüasyon filan) vatandaşın ümüğünü sıkarken ve yetişkinlerin geleceğe dair ümitlerini tüketirken bizler çocuk olmanın avantajını futursuzca kullanmanın; top peşinde koşmanın, misket yuvarlamanın, bisikletle ön kaldırmanın derdindeydik. Babalarımız bir işçi maaşıyla, sekiz köşe kasketiyle, omuzunda sekosuyla nafaka peşinde koşarken, biz elimize hasbelkader geçen birkaç bin liraya Sadık Bakkal’da takla attırmanın hazzını yaşamakla meşguldük. Kutu kolayı zengin bellediklerimizin alabildiği yıllardan bahsediyoruz. Gramla alınan kahvaltılığın bakkal defterine utana sıkıla yazdırıldığı dönemler… Ben çikolatanın yenebilen bir gıda maddesi olduğunu anladığımda doksanlı yıllar bitmeye yüz tutmuş, milenyum çağının güneşi doğmak üzereydi. Çikolata benim gibiler için yenilen değil emilen bir maddeydi. Bitmesin korkusuyla küçük ısırık atarak ağızda beklettiğimiz çikolatanın arda kalanını vitrinin üst gözünde saklamak ise sadece fakire mahsus bir davranış sayılmazdı. Çikolata dediğim de oyle içi fındık, fıstık dolu çikolatalar filan değil. Metro ve albeninin lüks olarak kabul gördüğü o yılların en gözde, yani en ucuz çikolatası olan Cinoya gösterilmekteydi bu titiz muamele. Cipsin bizim için tek bir boyutu vardı. Bakkalda tane hesabı satılan yumuşak şekerler, leblebi tozları, kaymaklı külahlar, nidüğü belirsiz poşetli buzlar ve daha bir yığın garip gıda bizim favorilerimiz arasındaydı.
Ellerinde tablet bilgisayarlarla dolanan şimdiki veletler en kral çikolataya dönüp bakmasa da biz Çikilobun dibini yalar, kağıdını da düzleştirip kitapların arasında muhafaza ederdik. Yumiyum denen şekerleme bitmesin diye uzatabildiğimiz kadar uzatırdık ki büyük görünsün gözümüze. Hey gidi doksanlı yılların orta halliliği!.. Şimdiki veletler internetten pizza siparişi veredursun, bizim oğle öğünümüz yarım ekmeğin içine ikiye kesilerek gelişi güzel fırlatılmış domatesti. Elimize ekmek arası domatesi aldığımız gibi bir yandan dudaklarımızı yaka yaka, üzerimize fışkırta fışkırta yerken diğer yandan kaçırmamamız gereken dokuz taşın, yakan topun, dokuz aylığın hesabını yapardık. Ekmek arası zeytinin de o günlerin favori aperatiflerinden olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Zeytinler ekmeğin dibine indiğinden biraz safi ekmek yemek gerekirdi ama olsun. Yine de çekirdeğine yapışmış zeytinlerin tadı bugunku lüks zeytinlerden daha kötü sayılmazdı.
Bugünün harekete duyarlı oyun konsolları yoktu belki ama tetriste rekor kırmanın, uzun çubuk beklemenin keyfi vardı. Tetrisin dandik müziği bile içimizi kıpırdatmaya yeterdi de bize sıra gelene kadar iflahımız kesilirdi. Televizyonlara takılan kollu atarilere sahip olmanın o günün kalburüstü çocuklarına mahsus olduğu düşünüldüğünde ve bugün bilgisayarsız ve internetsiz ev kalmadığı hesaba katıldığında insanın iyi ki o dönemleri gördüm diyesi geliyor. Çünkü doksanlı yıllarda çocuk sokak demekti. Sokak ise gerçek bir dünyada herşeyi hissederek yaşamak ve öğrenmek demekti. Çiviyi balçığa saplamak belki manasız gelebilir ama onu çocuk ellerle yapabilmenin hazzını şimdikiler bilemez.
Bizim çocukluğumuz doksanlı yıllarda geçti. Annelerimiz bizi ünlü pedagoglarin kitaplarını okuyarak büyütmedi. Yeri geldi terlik yedik
, yeri geldi azar. Siyasetçilerin komedi yaptığı dönemlerde çocuktuk biz. Patlayan elektrik direklerinin altında, sarı telefon kulubelerinin etrafında… Halı sahalara gidemiyor olmanın acısını sokak maçlarında çıkardık. Akşam ezanının doğal bitiş dudüğü olarak sayıldığı yıllardı. Belki, haşlanmış mısırın yarısını alacak parayı bulamadığımız zamanlar oldu ama şeytan uçurtmaları aldı götürdü yokluğun hüznünü, rüzgara kattı. Çocukluk muydu daha ziyade keyif veren yoksa herşeye kolayca ulaşamamanın bıraktığı tat mıydı ağızda kalan? Yahut bunların ikisinden de bir parça mıydı, bilemem ama, doksanlarda şehrin kenar sokaklarından birinde çocuk olmak güzeldi. Herşeye çabucak ulaşabildiğimiz şu zamanda, ekmeğin zeytine kafa attığı yıllları unutmamak temennisiyle…
Cengaver Müridoğlu