“En çok da ‘ilkler unutulmaz’ diyenler canımı sıkıyor.” Hakkı
Doğduğu günü hatırladığını iddia eden kaç insan vardır? Bu tuhaf soru önce bir elin parmaklarının sayısını hatırlatır, ardından da çelimsiz vücudu, kolay kırılan kalbi, kenarda kalmayı seven yapısı ve küçük dünyasıyla serçe parmağını andıran Hakkı’yı. Hakkı o kalın elin ince parmaklarından biriydi ve bununla gurur duyuyordu. Doğduğu günü hatırlamayanları insafsız olmakla suçluyordu. “İnsan” diyordu, “hayata gözlerini açtığı o ilk anı nasıl unutur? İlk gözyaşını, ilk göz kırpmasını, ilk göz ağrısını nasıl unutabilir?” Hakkı’ya göre bütün bu ilkleri unuttuktan sonra peşi sıra gelen devam niteliğindeki tekrarları hafızanın duvarına çivilemenin hiçbir yararı yoktu. Bu konuda çok hassas olan Hakkı, doğduğu günden haberi olmayanları yazın halı sahadaki mahalleler arası voleybol turnuvasının finalini canlı izlemek dururken banttan tekrarını seyredenlere benzetiyordu. Bu durumda girilen pozisyona, hakeme yapılan faule, kaçan penaltıya, atılan gole duyulacak heyecanın tazeliğinden bahsedilebilir miydi? “Hayat” diyordu Hakkı, “skorunu bildiğimiz bir maçı izlemek gibi keyifsiz bir şeyken biz ne yapıyoruz? Tutuyoruz bizim için hayattaki her şeyin ilkini kaçırıyor, unutuyor, yok sayıyor, görmezden geliyor, umursamıyoruz. Aldığımız ilk hediyeyi, takındığımız ilk tavrı, tutunduğumuz ilk dalı, sütünü sağdığımız ilk ineği, kan verdiğimiz ilk sivrisineği unutmayız da ömrümüzün ilk anını unuturuz. Ne oldu bize böyle? Eskiden bu kadar vurdumduymaz değildik.”
Doğar doğmaz hastanenin penceresinden batan güneşi seyrederek hüzünlendiğini söylüyordu Hakkı. O an gerçekten çok hüzünlü olmalı ki bir başka zaman güneş doğarken doğduğundan bahsediyordu. Olur da boşboğazın biri bu çelişkiyi dile getirecek olsa Hakkı edebi bir cevap yapıştırıyordu : “İçinde hüzün olanın gözleri doğan güneşin battığını zanneder daima.” Bazen hastanede, bazen evde doğduğu oluyordu. Kimi zaman kar yağıyordu o doğarken, kimi zamansa güneş alabildiğine kavuruyordu. Tüm bu söylediklerine bakılırsa, Hakkı’nın bu iddiasında haklı olduğu gerçeğini teslim etmek gerekiyordu. Arada bir mahallenin ileri gelenleri, geri kalanları ve ortada duranlarıyla bir araya geliyor, Hakkı’nın doğum hadisesiyle ilgili hararetli tartışmalara giriyorlardı. Kimilerine göre bu durumun iki açıklaması vardı : Hakkı ya uyduruyordu ya da doğruyu söylüyordu. İkisi de olabilirdi; çünkü Hakkı bazen sabah, bazen de akşam doğduğunu söylüyordu. Diyelim ki Hakkı akşam doğdu, o halde sabah doğduğunu söylediğinde yalan konuşuyor, akşam doğduğunu söylediğinde ise doğruyu söylüyordu. Ciddi bir kalabalık bu düşüncelere itiraz ediyordu. Onlara göre yeni doğan bebeğin akşam ve sabah algısı zamanla yerine oturan bir durumdu ve bir bebek geceyi gündüz, gündüzü gece zannedebilirdi. Bu durumda Hakkı ne doğru söylüyordu ne de yalan. Hatırı sayılır bir topluluk da bu düşüncelere karşı çıkıyordu. Onlara göre Hakkı doğduğu an gökyüzü kapkara bulutlarla dolu olabilirdi ve bu yüzden bebek yüzlü Hakkı’nın zihnine yerleşmiş bir tanımlama zorluğu, şıklar arasında bocalama talihsizliği vardı. Sırf inat olsun diye bu fikre de katılmayanlar oluyordu. Onlara göre ise Hakkı dürüst bir gençti. Madem Hakkı dürüst bir gençti, o halde onu bir an evvel baş göz etmeliydi. Herkes bu fikir etrafında birleşiyordu. Düğün arabası süsleniyor, salon tutuluyor, yüksek yüksek tepelere evler kuruluyor, düğün masrafları hesaplanıyordu. Derken bunun konuyla hiçbir bağı olmadığını fark edenler, bahsi açanları topa tutuyor, ardından herkes bu taarruza iştirak ediyordu. Sayıları fazla olmasa da ciddi ve kararlı bir grup sazı ele alıyor, doğduğu günü hatırlayan birinin doğmuş olmasının imkansız olduğunu öne sürüyordu. Bu dünya hafızası olan birinin yaşayabileceği bir yer değildi. Bu durumda Hakkı hem Hakkı değildi hem de haklı. Hakkı diye gördüğümüz aslında kendi zihnimizde oluşturduğumuz bir görüntüden ibaretti. Bir hayaldi Hakkı. İşin içinden çıkılmayan tarafı tüm mahalleli aynı hayali görüyordu. Tek tek herkes Hakkı’nın resmini çizse, ortaya çıkacak şey sevimsiz bir surattan ibaretti. Herkes aynı hayali görebilir mi, göremez mi diye yeni bir münakaşa başlıyordu. Tartışma bazen içinden çıkılmaz bir hal alıyor, sinirler geriliyor, çay bardakları havada uçuşuyordu. Çorabını çıkarıp top yaparak birbirine atanlar bile vardı. Her kafadan bir ses çıktığı bu anlarda, etrafa ağını geren gürültüye rağmen bazı yüksek sesle söylenen cümleler yakalanabiliyordu havada :
-Hep siz haklı olacaksınız zaten, yok ya.
-Hakkı yağmur yağarken doğdu ulan.
-Ben o gün orada değildim diyorum size. Hastanede doğmuştu ve güneşli bir gündü.
-Mazi kalbimde bir yaradır.
-Arkadaşlar hepinizi hırçınlığa davet ediyorum. Çok sakinsiniz
, hala kimsenin kafasına çay bardağı isabet etmedi.
-Biri ayağıma bastı.
-Bahtım saçlarımdan karadır.
-Hakkı’nın hakkını yedirmeyiz. Bu arada hangi Hakkı bu?
-Sana buradan elimin tersiyle bir uçan tekme atarım, görürsün o zaman.
-Dünya kupası kaç yılda bir…
-6
-18
-32
-Hepsi.
-Hiçbiri.
-Hakkı sabah diyorsa sabah, akşam diyorsa sabahtır.
-Yakamı bırak diyorum sana.
-İnce uçlu şarj aletine uyan telefonu olan?..
Konu güncel kaldıkça Hakkı’nın şöhreti de artıyordu mahallede. Tek kale maç yapan çocuklar, altın günlerinde toplanan kadınlar, dükkanları önünde çekilen birkaç iskemlede çayını içen esnaf; herkes Hakkı’dan bahsediyordu. Kadınlar Hakkı’ya uygun bir kız buluyor, çocuklar onu bir süper kahraman olarak görüyor, mahalleli onunla uyuyup onunla uyanıyordu. Hakkı’yla uyumak zordu esasında. Bir kere Hakkı uyuyabilmek için ciddi çaba sarf eden talihsizlerden biriydi. En yorgun, en uykusuz olduğu anlarda bile saatlerce yastığı dişliyor, parmaklarını makas yapıp yorganı kesmeye çalışıyordu. Arada bir yatakta doğrulup kahkahayla gülmeye başlıyordu. Sinirlenince kahkaha atardı hep. Yarım saatte bir kalkıp odada dolaşıyor, camdan mahalleye bakıyor, kendisini alkışlıyor, uykusuzluğunu tebrik ediyor, yüksek sesle konuşuyordu. Hakkı’nın da uyumak üzere hazır bulunduğu bir odada uyumak için, insanın uykusunun bir filden daha ağır olması gerekiyordu. Bazen uyuyamamaktan öyle tuhaf haller geçiriyordu ki gecenin bir yarısı çıkıp mahallede dolaşıyordu. Elleri cebinde, bir şarkı mırıldanarak geçiyordu sokaklardan. Güneş ışınları mahalleyi yavaş yavaş aydınlatırken, ağır ağır inmeye başlıyordu kirpikleri Hakkı’nın. Eve dönüp geç gelen uykusuna, boşluklarını gözlerinin doldurduğu yarım cümlelerle hakaret ederek uykuya dalıyordu.
Terzi Nezih… Hakkı’nın da içinde yaşadığı mahallenin adı buydu. Terzi Nezih’te yaşayan mahallelinin Hakkı hakkında tartıştığı yer ise her akşam onları bir araya getiren, çayının tadı dillere destan bir kahveydi. Kahveyi Memduh Keman işletiyordu. Ona babasından kalan bu kahve, babasına da babasından kalmıştı. Babasının babasının babası ise kendisine babasından bir şey kalacak kadar talihli değildi. Kala kala babası kalmıştı ona da. O da efkarından tütüne vurmuştu kendini. Babasından kendisine bir kahve bile kalmayışına içerlenerek, soyundan gelecek olanların hazıra konacakları düşüncesiyle çılgına dönüp, söylene söylene açmıştı bu kahveyi. Birkaç kuşağın çay kaşığıydı bu kahve. Hakkı’nın doğum hadisesi gibi herhangi bir tartışma olduğunda, daha doğrusu tartışma önüne geçilmez bir hal aldığında Memduh Keman sihirli parmaklarıyla ateşi söndürüyordu. Yaptığı şey gerçekten etkiliydi ve tahammül gücünden mahrum bırakıyordu kulağı olan mahalleliyi. Ne mi yapıyordu Memduh Keman? Ne yapacak, tartışma hararetlendiğinde açıyordu hareketli olanından bir pop şarkısını son ses ve mahalleli arkasına bile bakmadan kahveden kaçıyordu. Bu formülü bulduğu ilk zamanlar kahveyi bile kapatmadan kendisi de mahalleliyle pek çok kez kaçmış olsa da pes etmemişti Memduh Keman. Yarayı zehirle bastırmak da nihayetinde bir çözümdü. Bazen bu toplu kaçış esnasında bir takım kazalar meydana geliyordu. Sözgelimi Bakkal Hamdi kaşını yararken, Manav İrfan bileğini burkuyordu. Düşüp de bir tarafını incitenler, kapıya çarpıp da gözü moraranlar bir tarafa, nadir de olsa kırık vakalarına da rastlanıyordu. Bu anlarda bütün gözler Doktor Fehmi Fettan’ı arıyordu ama maalesef o da kahveden kaçarken bir yerini incitmiş oluyordu. Gerçi bugüne kadar iyileştirdiği bir hasta görülmemişti ama yine de aranan bir doktordu. Çünkü tekti. Bir tek Cemil ona tedavi olmayı reddediyordu mahallede. Gerçi Cemil bütün tedavileri reddediyordu. Bunda bugüne dek ciddi bir hastalık geçirmemesinin payı büyüktü. Doktor Fehmi Fettan’la aynı ortamda bulunduğunda, özellikle sağlık hakkında konuşuluyorsa; Cemil, tüfeğine Moliere mermisini yerleştirip ateş ediyordu : “Doktorlar ne anlar hastalıktan.” Fehmi Fettan’ın, kahveden kaçarken düşüp başını yarmaktan daha fazla bozuyordu sağlığını bu.
Pop müziği sayesinde spor yapan mahallelinin, hararetli geçen tartışmaların ardından sabaha kadar gözüne uyku girmiyordu. Aynı konular ele alınıyor, haklılık belgelerle ispat ediliyor, aksini iddia edenlere sinir olunuyor, yastığın üstünde gölge bir savaş veriliyordu. Uyuyabilenler ise sabaha kadar kabus görüyor, uykusunda bağırıp çağırıyor, kapı gıcırtısını andıran sesler çıkarıyordu. Koca mahallede horlamayanlardan bir takım bile kurulamazdı. Bir zamanlar Provins’liler Rogron’ların evinden gelen tuhaf sesler yüzünden, Rogron’un kız kardeşini boğazladığını düşünüyordu. Gerçekte ise bu sesler canı sıkılan Rogron’un esnerken çıkardığı seslerdi. Eğer Provins’liler Terzi Nezih Mahallesinden geçmiş olsaydı, bir savaşın ortasında kaldıkları korkusuyla koşmaya başlar, kısa sürede ülkelerine dönerlerdi. Ondan sonra da Fransızlar bu mahalleyi Terzi Nezih Cephesi diye öğrenirdi. Tarihin kalbi bu yanlış anlamayla bir kez olsun çarpmadığından dolayı talihli sayılırız.
- Yazının İkinci Bölümü İçin Tıklayın -
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın