Üsküdarlı birisinin -iyi saatte olsunlar- mahalle baskısı sonucu Üsküdar’a takriben 1700 km uzaklıkta bir yerde yazı yazmaya çalışıyorum. Burası sekizinci katta bir daire. Bir sürü de işim var. (Yazar burada Üsküdarlı’ya selâm ediyor.) Her neyse, siz beni anlıyorsunuz değil mi sevgili okuyucular… Ses gelmedi; efenim, anlayamadım? Oğuz Atay vaktiyle şöyle sormuş; ‘’Ben buradayım sevgili okuyucu sen neredesin?’’ Münasebetsizlik edip size böyle bir soru yöneltecek değilim. Bilirim ki hepiniz işinde gücünde insanlarsınız. Kiminiz memur, kiminiz esnaf; kiminiz dertli, kiminiz dertsiz; kiminiz hancı, kiminiz yolcu… Bu sonuncusu olmadı lakin… Ennihayetinde hepimiz yolcuyuz… Hayâl olan bu dünyadan bir başka diyara, asıl vatanımıza göç edeceğimiz gün öncesinde bazı oyuncaklarla teşrik-i mesaide bulunuyoruz. E ne diyelim; mubarek olsun… Kusuruma bakmayın, ben sizlere merhaba demedim değil mi? Efendim merhaba… Hafif meşrep yazı yazıyoruz; hâliyle en tabii nezaket ifadelerini dahi bazen ıskalayabiliyoruz. Şükür ki sizlerin engin hoşgörüsü var da oraya kendimi atabiliyorum.
Burada size mizah yapmak, yazılarımızı mizahi bir dille anlatmak derdindeyiz… Yani bana öyle söylediler. Bana bunu söyleyen arkadaşa ‘’Olur tabii’’ demiştim gerçi… Bir dönercide her zamanki gibi milli yiyecek ve içeceklerimizi tüketiyorduk. Tavuk döner ve ayran ikilisi eşliğinde bana anlatılan hafifmesrep.net projesini dinliyordum. Ayranı fazla kaçırmış olacağım ki her denilene ‘’Peki’’ dedim… Şimdi de ıstırap oldu iki satır yazı yazmak. Şaka yaptığımı sezdiğinizi hisseder gibiyim kıymetli okuyucular… Yoksa yazmak, bir şeyler anlatmak güzel şeyler; vesile olanlara teşekkür eder, en yakın zamanda kendilerine tavuk döner ve buz gibi bir ayran ısmarlayacağımı sizlerin huzurunda arz ederim. İstida yazar gibi oldu ama olsun; kamuda çalışmanın bir tezahürü olsa gerek deyip esas konumuza dönelim…
Mizahın trajediyle yol aldığını Harun isminde çok sevdiğim bir kardeşime işe giderken söylemiştim. Pekte beni -af buyurun- ‘tınlamamıştı.’ Ama böyle bir şey var gerçekten… Hayatımda yüzünün çok güldüğünü gördüğüm nice kardeşim vardır ki içi kan ağlar… Canları yansa da dışarıya sezdirmezler, o ayrı… Mizah trajediyle/dramla kol kola yol ala dursun sizi şöyle Taksim Meydanı’na götüreyim. ‘Ne işimiz var orada?’ demeyin lütfen… Daha kalabalığın arasına karışacağız… Baksanıza millet işi gücü bırakmış bilmem kim için toplanmış, nümayiş tertiplemiş… Neyse herkesin ideolojisi kendisine diyelim diyelim de şu kalabalığın içerisinde birisini görüyorum. Aaaa çok yakınız hem de… O beni tanıyamaz çünkü suratımda gaz maskesi ve kafamda kask var. Yahu bu adamcağız benim üniversitede siyaset bilimi derslerime giren liberal görüşlü hocamdan başkası değil. Güler misin ağlar mısın? (Güldürmedi)
Fakülte koridorlarında hayatın sırrını arar vaziyette gezerken Konyalı Mustafa seslendi: ‘’Murat! Filanca Hoca seni odasına çağırıyor!’’ Allah Allah dedim, neden çağırsın acaba… Kalktım hocanın odasına gittim
, kapısını çaldım… ‘Gel’ dedi… Buyur etti sağolsun, bir koltuğa oturdum… Hâl hatırdan sonra ileride ne düşündüğümü filan sordu. Ben de gönlümde yatan akademisyenlikten bahsettim. ‘Güzel’ dedi. Ama bunun için düzenli okumalar yapmam gerektiğini ilave etti. Tuttu bana bir kitap okuma listesi hazırladı. Aliya İzzetbegoviç’ten tutun da Hobbes’a, Hayek’e kadar… Karl Marx, Hegel, Rousseau… Listeyi verdi ve ‘biraz seni düşünceli görüyorum, hayırdır, bir derdin mi var?’ diye sordu. ‘Yok hocam’ dedim, ‘sağolun’…’ Derbedersin’ dedi… Son noktayı koydu. ‘Peki’ dedik…
Tahmin edemeyeceğiniz üzere Hocanın tavsiyelerine uyamadım ve okulum uzadı; güç bela bitirdim. Sonra kendimi meydanlarda adam kovalarken buldum. Nerede miting orada ben… Taksim, Beyazıt, Kazlıçeşme meydanlarında ayak izlerim kaldı… Kask, jop, robocop… Koşturmacalar, gözaltılar… Gaz atmaklar, molotoflar… Toplumun cinnet geçirmesine yakından şahitlik ettim. Göreve giderken bazen Mustafa Kutlu, Bazen İsmet Özel okurdum… İstanbul’u öyle gezdim… Gençliğimizi meydanlarda bıraka bıraka bu günlere geldik anlayacağınız… Beyazıt Yangın Kulesi’ne çıkıp İstanbul’u seyrettiğimde kolumda İstanbul Çevik Kuvvet’in arması vardı…
Tüm bu yaşantının içerisinde hocayla irtibatı kopardık. Ve birgün, Taksim Meydanı’ndaki bir mitingde, kafamda kask ve yüzümde maske varken hocayla karşılaştık. Benden habersizdi, birşeyleri protesto ediyordu. Az sonra müdahale olsa benden ona jop sallamamı, gaz atmamı yahut onu gözaltına almamı isteyeceklerdi. O maskenin içerisinde dakikalarca güldüm. Yanına gidip Hocam ben Murat demek isterdim ama diyemedim. Neyse ki müdahale olmadı. Herkes gibi hoca da meydandan ayrıldı. Ben de bizimkilerle şubenin yolunu tuttum. Demem o ki, bu da böyle bir anımdır. Güler misin ağlar mısın dedikleri gibi…
Murad İstanbulî
Bir Cevap Yazın