Her sabaha karşı olduğu gibi, hiçbir alarma ihtiyaç duymadan inleyerek uyandım. Sabah namazı vakti yeni girmişti. Mevsim dönüp vakitler oynasa bile, vakit girdiğinde daima kendiliğimden uyanıyordım. Belki de yegane sevimli yanım bu kalmıştı. “Allaaaah” diyerek esnedim, gerindim ve uzun bir besmele çekip yavaşça yatağımdan doğruldum. Yerler soğuktu, ayaklarım üşümüştü. “Buz gibi mübarek” dedim içimden.
Ayaklarımı sürüye sürüye alaturka tuvalete gittim. Kolu birkaç kere zorlayıp iyice sarsarak açabildiğim kapıdan içeri girince, gece yarısı ıslattığım lastik terliklerin henüz tam kurumadığını, nemin ter kıvamına geldiğini gördüm. Kendi düşen ağlamazdı.
Ben de bildiğiniz üzre pek çok yaşlı gibi birkaç yıldır küçük abdestimi daima alaturka deliğinin ortasına yapanlardandım. Yaptığım işi ev ahalisine bildiren gürültülü şırıltı, kapalı kapıdan eve yayılıyordu. Kapıyı açmaya çalışırken uyandırdığım oğlum, gelinim ve torunum artık zıpkın gibi dinçti eminim. Belki içlerinden sövüyorlardı fakat ben huzurluydum. “Eee su sesi, kuş sesi ve para sesi” dedim kendi kendime. “Bir de kadın sesi derler ama geçti bizden artık. Hele rahmetliden sonra şu gelinin sesi hiç çekilmiyor…”
İşimi gördükten sonra yerinden sökülmeye başlamış musluğa dayanarak ayağa kalkıp, abdest almak üzere banyoya yürüdüm. Yerleri biraz fazlaca ıslattım ama ziyan değildi. Nihayetinde bu ev benimdi. Ben ölünce istedikleri gibi kullanacaklardı zaten. Gerçi öleceğimi bilsem de, bunun gerçekleşeceğine pek inanmıyordum. Güzel güzel yaşıyordum işte. Zaten hikayemde hanımı benden önce öldürmüş olmam pek çoğunuzun da dikkatini çekmiştir. Mutfaktaki delik poşeti dolduran, mıncıklanmaktan buruşmuş kutulardaki bir sürü ilaç da olmasa, şu fani dünyada keyfim yerindeydi.
Namazımı kıldım. Hangi sure ve duayı okuduğumu kapının önünden geçen biri rahatlıkla anlardı. Seccadeyi olduğu yerde numaradan katlayıp halının üstünde bıraktıktan sonra televizyonu açtım. Aslında bunu daha önce yapmalıydım, namaz kılarken haberleri dinlemek pek keyifliydi. Beni dünyaya bağlıyordu. Ama bugün nedense canım istememişti. Televizyonu açtığımda o kötü sürpriz yine beni yakaladı. Gece kapatırken televizyonun sesini kısmamışlardı. Televizyon sabah sabah “ben zaten eşşek başıyım. Baba kim ki zaten? Bir daha seni okula göndermeyeceğim” gibi şeyler söyleyerek cinnet geçiren albay komşumuz gibi haykırıyordu. Bu kazayı bilâistisna her gün yaşıyordum. Şu eşşeğin sıpaladıkları sesi kısarak televizyonu kapatmayı bir türlü öğrenememişti. Kafaları çalışmıyordu, salak gibi çocuklardı. Ben küçükken bunları hep akıl edebilirdim. Bereket versindi ki kumandayı bulmam her günün aksine bu kez kısa sürdü. Çocukları fazla kızdırmamıştım inşallah. Hemen haberleri açtım. Adetim olduğu üzere
, solculara sinirlenip, takma dişlerim ağzımda olmadığı için net çıkmayan harflerime aldırış etmeksizin güzelce küfrettim. Bu on yıllardan beri taşıdığım bir huydu ve beni ancak canımla beraber terk edecekti. Muhafazakar bir dedeydim ben.
Haberlerin bitmesine yakın, 10 yaşlarındaki torunum içeri girdi ve destursuzca kanalı değiştirerek çizgifilm açtı. Bi “La havle” çektim. “Şimdi sana gösteririm gününü” diye içimden geçirdim. “Benim güzel oğlum uyanmış mı? Canım yavrum benim!” dedim ve dudaklarımın içini dışarıya çevirerek torunumun pürüzsüz yüzüne yapıştırdım. Öpüyormuş gibi yaparak, çıplak damaklarımın arasından taşan dilimle yüzünü yaladım. O feryad-u figana başlayıp yüzünü üstümde kurulamaya çalıştıysa da içi beton gibi sertleşmiş ellerimle onu engelleyip “Seni kerata seniii.. Oy güzel oğlum benim heh heh heh” dedim. O sırada duyduğum “baba, kahvaltıya gel hadi” sesiyle yönümü doğruca mutfağa çevirdim. Torunum, yüzündeki ıslaklığı koltuğa sürtünerek gidermeye çalışırken ben mutfağa varmış, buzdolabının üstündeki tasta duran takma dişlerime uzanmıştım.
Dişlerimi takıp masaya oturdum. Oğlan taze simit almıştı. Yüzüm buruştu. “Evladım bilmiyo musun benim sert şeyler yiyemediğimi. Yok muydu yumuşak ekmek, ben bunu nasıl yiyeceğim” dedim ve peynire uzanıp ekmeksiz yemeye başladım. Bir süredir birşeyler yediğimde masada nedensiz bir huzursuzluk oluşuyordu. Bunun sebebi, ağzımla içi su dolu ayakkabılarla çamurda yürüyen adam sesi çıkarmamdı. Ama vaktinde ben nasıl buna katlanmışsam, onlar da katlanmalıydı. Bu kemalat yolculuğunun olmazsa olmazıdır evlatlarım.
Kahvesi, derneği olmayan emekli bir insan ne yapar? Aslına bakarsanız televizyonun karşısına geçip oturmaktan başka hiçbir şey yapmaz. Benim de her günüm gibi, o günüm de televizyon karşısında geçiyordu. Öğle vakti kapı çaldı. Bizim gelinin yakın arkadaşı Semra, eşi Fethi ve 6 aylık oğulları Ercan gelmişti. Evde sanki mutfak, yatak odası, çocuk odası yokmuş gibi televizyonun olduğu odaya geldiler. Televizyonu kapatıp başımda dırdır etmeye başladılar. Konuştukları şeyler zerre miktarı ilgimi çekmiyordu. Gelinin aldığı tülün fiyatı, komşunun aşure getirdiği tabağa poğaça koyup götürmek, Erman’ın yengesinin getirdiği tulum (Erkan mıydı yoksa?) ve Fethi’nin tatil planları gibi olayların benim duygu dünyamda hiçbir karşılığı yoktu. İlgi uzun süredir benden başka yerlere kaymıştı ve bu gidişe bir dur demem gerekiyordu. Çoraplarımı çıkarıp hatır hutur kaşındım. Derim kanadıkça “oyy, off, şu çoraplar da iyice kaşındırıyor” gibi yorumlar yapıyor ve konuşarak varlığımı ispatlamaya çalışıyordum. Kaşınmam bitince bir süre daha muhabbet etmeye devam ettiler. Fethi tam “Ajda Pekkan hala çok gü…” demişti ki inanılmaz bir gürültüyle patladım: “Haaahhıı!”. Fethi bir anda şaşkına dönerek kelimesini dahi tamamlayamadı, Ersan ise korkup ağlamaya başladı. Semra çocuğunu “oğluşum, ağlama yavrucum bak dede hapşırdı, agu gugu” diye şaklabanlıklar ederek susturmayı denerken, “Ver bakayım kızım şu çocuğu bana” dedim. Titreyen ellerime bakan Fethi tedirgin olmuş, Semra gözlerime “acaba düşürür mü” der gibi bakmıştı ama hiçbiri misafirliğe gittikleri evde arıza çıkaracak durumda değildi. Çocuğu aldım, artık iyi tanıdığınız öpücüğümü pürüzsüz yanağına bıraktım. Semra’nın içinden “ay hastalık kapacak çocuğum, elini öp be adam” diye geçirdiğini çok iyi biliyordum. Çocuğu bir iki hoplattım, susmadı. Kucağıma yatırdım, kalkmaya çalıştı. Yere koyup yürütmeyi denedim, “ay çocuğun beliğğğüp…” diye bi çığlık saldı Semra. Susmuyordu eşeğin sıpaladığı. Ben de çocuğu tekrar kucağıma alıp ellerimi çırparak honki ponki tonino, çalona bimbo boriro şarkısının nakaratını sıfır hatayla söylemeye başladım. Çocuk yavaşça sustu ve kısa zaman içinde de “hehehehh, hehehehehehe hık!” diye gülücükler saçıp mutluluktan hıçkırdı. Semra “Beyamcaya bak be, Afrika dillerine de vakıfmış” hissiyatını anlatan bir şaşkınlıkla bakıyordu. Fethi sözlerin uyduruk olduğunu anlamıştı ama bir yandan da “lan ya gerçekten bir anlamı varsa” diye düşünmekten de kendini alamıyordu. Artık piyasadan tamamen silinmiş olan bu şarkıyla yakaladığım çıkış sayesinde ortamın ilgi odağı olmayı başarmıştım.
Odada benim şarkı söyleyen sesimden başka hiçbir ses yoktu. Herkes çocuğun ani bir hareket yapıp kucağımdan kendini yere atmaması için dua ediyor gibiydi. Şarkıyı değiştirip Urfa’nın Etrafı’na geçtim. Çocuk yeniden ağlamaya başladı. Belli ki anası gibi modern kültüre sempati duyan bir çocuktu bu. Onu daha iyi anlayabilmek için kendisiyle sohbet etmeye karar verdim. “Eh oğul, ne zaman everiyoz seni?” diye sordum Erhan’a. “Püüp, püyiuuu” diye karşılık verdi. “Sevindin di mi kerata, annesi buna bi gelin bulalım” diyerek odaya Anadolu torpahlarından ılıman esintiler taşıdım. Muhabbet aramızı ısıtmıştı. “Ne güzel saçların var senin. Onları bana versene? Dur, sana bi bilmece sorayım mı yavrucuğum?” diyerek sohbetimizi sürdürmek isteğimi belirttim. Erdal kendi halinde çığırıp duruyordu. Devam ederek “Sarışının beyin hücreleri niçin ölür?” dedim. Semra’nın yüzünde bir gerginlik oluştu. “Yalnızlıktan!” deyip nefesim kesile kesile, göbeğim hoplaya hoplaya gülmeye başladığımda yüzü iyice kızardı. Ajda Pekkan’ı çoktan unutmuş olan Fethi de çakmak çakmak bakışlarıyla gerginliğe dahil oldu. Belli ki tesettürlü Semra aslında sarışındı. Yaptığım espri çok komikti ama gülmemişler
, kızmışlardı. “Belki espriyi anlamamışlardır, hemen günahlarını almayayım” diye düşünerek “Bi tane daha soriyim mi?” dedim. Fethi “beyamca sizin bilmeceleriniz pek zor oluyor” diyerek önümü kestiğine göre evet, esprimi beğenmemişlerdi. Sanırım burnumu sıkıp Reha Muhtar taklidi yapsam, ona da gülmeyeceklerdi. Yeni nesil espriden anlamıyordu. Oyuncak robotları bir gece vakti ayaklarını gıdıklamaya başlasa gülmekten kırılırdı bu serseriler.
Söz bendeyken konuşmaya devam etmeliydim. Durup dururken “eh, bizim zamanımızda hiç böyle kitaptan çocuk büyütmek gibi şeyler yoktu. Şimdi çocuk annesinin üstüne afedersiniz çıkarsa, nasıl temizleneceğiyle ilgili kitaplar yazıyorlar (aslında bundan emin değildim ama olayı yeterince dramatize edebilmek için tereddütsüzce üfürmüştüm). Hiç unutmuyorum, daha dün gibi hatırlıyorum. İlkokulda yatılı okurken 2. sınıfta, bir aralık ayıydı. Annem filan yok tabii. Yatakhanede 22 kişi kalıyorduk. Akşam midem bulanarak yağlı bir tabak makarna yemiştim. Sabaha karşı halıya yatağımın başından ekşi ekşi bir kustum, ta 4 metre ötedeki dolaba kadar her yer battı. Millet kokuya uyandı.” Gelinim az önce börek-çörek tabaklarını getirmişti. Doğru bir zamanlama seçmemiştim. Sözün tam burasında boğazımın gıcık yapması ve hırıltılı bir şekilde öksürüp ağzımı şapırdatarak yutkunmam az önce anlattığım resmi tamamladı. Karşımda soğuk soğuk terleyen 4 yetişkin ve üstüme kusmakta olan bir çocuk vardı. Torunum odasındaydı, bizimle ilgilenmiyordu. Çocuk üstüme kusunca ona bir tokat attım. “İtoğlu it, ayıp değil mi? Vurdum muydu ağzını burnunu kırarım senin” dedim. Erkin nefessiz kalarak ağlayınca Semra atıldı ve onu kucağımdan aldı. Sanki yemiştim çocuğunu. Kırılmıştım, küsmüştüm. İlkokulda nasıl altıma kaçırdığımı hiçbirine anlatmayacaktım.
Böreğimden bir ısırık aldım ve Semra’ya küstüğüm için Fethi’ye döndüm. “Ee evladım, ne işle meşgulsün?” diye sordum. “İnşaat teknisyeniyim amca” dedi. “Şimdi o ne oluyo yani? Amele mi?” dedim. Şu anda hatırlamadığım birkaç şey geveleyerek yaptığı işin ne kadar mühim olduğunu anlattı. Sadede gelmenin vaktiydi. “Şimdi sen kaç para alıyorsun? Yani maaş?” diyerek küt diye sordum. Alacağım cevap ne olursa olsun, başkalarının ne kadar da çok para kazandığını düşünmek için bu soruyu sormadan duramıyordum. Şaşırdı, söylemek istemedi, sonra ağzından zoraki bir sayı çıktı. Hemen hesapladım, söylediği parayla yaklaşık 2.300 ekmek alınabiliyordu. “Ooo. Bayağı iyi alıyomuşsun evladım, ee ne yapıyosun o parayla?” diye devam ettim. “Eh, çoluk çocuk…” diye birşeyler geveledi. Derken Semra çantasından silindir şeklinde ışıklı mışıklı bir alet çıkardı. Küskünlüğümü unutup büyük bir merakla “O ne?” dedim. “Süt pompası amca” dedi. “Şimdi bu ne işe yarıyo? Nasıl çalışıyo?” diye sordum. Annenin sütünü depolayıp uygun sıcaklıkta saklayan ve daha sonra çocuğun ağzına damla damla iteleyen elektronik bir emzikmiş. “Bizim zamanımızda bunlar yoktu. Hey gidi hey…” diye iç geçirdikten sonra “Bunun ayran yapanı da var mı?” diye ekledim. Bunun espri niyetiyle değil de ciddi ciddi sorulmuş olması gerginliği iyice arttırmıştı. Hayır anlamında başlarını salladılar. İç çekip devam ettim: “Bizim rahmetli şu oğlanı emzirmek için neler çekiyordu be. Nerde o zaman böyle şeyler. Bizim zamanımızda rahmetli bırak böyle zengin işlerini, başörtüsünün iğnelerini kaybolmasın diye masa örtülerine saplardı. Biz böyle günler gördük evladım, kıymetini bilin bugünlerin…”
Bir an gözlerimin dolmasından faydalanarak sohbeti benden kurtardılar. Kendi aralarında inşaat sektöründe uygulanan son teknoloji hakkında konuşmaya başladılar. İlgi merkezi olmaktan tekrar çıkmıştım. Canım sıkıldı. Yanımda duran kumandayı elime aldım ve hemen televizyonu açarak Meclis TV’yi buldum. Muhalefet milletvekili, bütçe görüşmeleri esnasında üzüm üreticisinden alınan verginin %5’ten %7’ye yükseltilmesi hakkında zehir zemberek bir konuşma yapıyordu.
Bu vergi zammının üzüm üreticisinin belini bükeceğini söylüyordu. Hükümetin alkol üretimini sınırlamak amacıyla yaptığından emin olduğu bu keyfekeder icraatlerinin engellenmesi için, gerekirse canını bile vereceğini iddia ediyordu. Bu zammın 67 yıllık AKP iktidarı dönemi boyunca yapılan ihanetlerin en büyüğü olduğunu ciddiyetle, bağıra çağıra savunuyordu. Televizyonun sesini iyice açtım ve kumandayı arkama koyup yaslandım. Keyfim yerine gelmişti. Alt çenemdeki dişlerle üst dudağımı dıştan içe doğru tatlı tatlı kaşıdım. Birbirlerini duyabilmek için seslerini yavaş yavaş yükseltmek zorunda kaldılar.
Fethi çay bardağını tepesine dikti, kısırından bir çatal aldı ve Semra’ya “hadi kalkalım” dedi. Semra hiç mırın kırın etmeden, “a dur çayımı bitiriyim bi canım” bile demeden zıpkın gibi ayağa fırladı. Kaçarcasına çıkıp gittiler. Asıl fırtına şimdi kopacaktı. O ana kadar pek dikkatimi çekmeyen oğlum ve gelinim mahkeme duvarı suratlarıyla yanıbaşımda bittiler. Oğlum, benim kanımı, canımı taşıyan oğlum “Baba terör estirdin resmen ya. Ya niye böyle yapıyosun ama ya” diye serzenişte bulundu. Çok ama çok içerledim. “Siz de benim yaşıma gelince size de aynısı olur evladım. Hey gidi dünya hey. Artık toprağın altı, toprağın üstünde sürünmekten daha evla bana. Benim canım evladım, eve geldiğimde ceplerimi yoklayan, kucağımda uyuyan, masallarımla mutlu olan oğlum benden utanıyor… Daha r’leri telafuz edemezken ‘baba iyi ki varsın’ diyen çocuk bile benden nefret ediyor. Ağır geliyorum size artık di mi, artık aldığım nefes bile size zarar veriyor. Peki oğlum peki, götürün beni huzurevine. Aylığını emekli maaşımla ödersiniz. Huzurunuzu bozmaya hakkım mı var. Ben orada yapayalnız öleyim. Yeter ki siz mutlu olun. Kimseye rezil olmayın. Bayramlarda, bayramlarda ziyaretime ge…” dedim ve hüngür hüngür ağladım. Gelinim ve oğlum odayı terk ederken torunum geldi. Sarılarak yüzümü ıslatmadan öpmeye başladı. Derken, mutfak bölgesinden attığım tiradın başarıya ulaştığını taçlandıran ve şovumu sonlandırabileceğimi bildiren ince bir ses geldi:
– Ya niye öyle dedin, yazık ama adamcağıza yaa… Ayy canım kıyamam yaa…
Yaşım 81, ünvanım ise profesördü.
Ahmet Yıldırım
Bir Cevap Yazın