Matbuatımızda sürüsüne bereket adam var. Eline kalemi alan yazmış. İsmini bildiğimiz pek çok yazar da ölüp gitti. Şöhret insanın kendisini değilse bile, namını kıyamete dek yaşatabiliyor. Tabi bunun, okunan fatihalardan gayrı ölene ne faydası var, vakti gelince kendilerine sorar öğreniriz. Acelemiz yok. Fakat herkesin ağzına sakız olan nice şöhretli de öldükten sonra unutulup gidiyor.
Florinalı Nazım enteresan kişiliğine rağmen silinip gidenlerden. Öyle ki soyisminin bile Günay mı, yoksa kendi yazım tarzıyla Öz Günay mı olduğu bilinmiyor. Soy isim olarak Günay’ı seçtikten sonra, derecesini kuvvetlendirmek için Öz Günay yazmış olabileceği ihtimali kuvvetli. Florinalı, kendisine duyduğu müthiş sevgi ve güven sayesinde 1920 ve 1930’lu yıllarda matbuatımızın bir numaralı espri kaynağı olmuş.
Beyni kuvvetli ve sağlam yapılı ana-babalardan doğanların her türlü eksiklikten uzak varlıklar olduğunu söyleyen Florinalı, Manastır’daki Florina’da, 1883 yılında, Evrak Müdür Muavini Halid Mazhar’ın evladı olarak dünyaya gelir. İlk eğitimini memleketinde tamamladıktan sonra soluğu İstanbul’da alarak hukuk okur. Geçimini 10 yıl kadar idare ettiği Polis Mecmuası’ndan ve Emniyet-i Umumiye şube müdürlüğünden temin eder, 1939’da da ölür. Şu anahatların hissiyat fakirliğini bir tarafa bırakıp sadede gelelim. Nazım, ömrü boyunca büyük şairliğini kabul ettirebilmek için atmadık takla, denemedik numara komamış; övünmek ve gündemde tutunmak için akla hafsalaya sığmaz işler yapan zavallı bir megalomandır. Matbuatımız da 1920’lerde ve 1930’ların ilk yarısında durup dinlenmeden bu adamcağızla alay eder.
Florinalı Tevfik Fikret, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Mimar Sinan gibi sanatkârlar için medhiye kitapçıkları bastırıp kendi hayatını, büyüklüğünü ve o kişi tarafından gördüğü ilgiyi anlatır. Vefaat eden ünlülerin mezarları başında cenaze törenleri düzenleyip gelenlere kendi şiirlerini okur. Önde gelen edebiyatçıların ayak işlerini yapıp onları minnettar bıraktıktan sonra, onlara kitapları için takrizler yazdırır. (Takriz, eserlerin başına takdim niyetiyle alanın ustalarının yazdığı çoğunlukla övücü metinlere verilen isim.) Nazım; Süleyman Nazif, İbnülemin Mahmud Kemal, Rıza Tevfik, Sami Paşazade Sezai, hele de Abdülhak Hamid gibi kişilerin gönüllü marabalığını yapar, onların işleri için cebinden dünyanın parasını harcar, gazetelerin ilan sayfalarında onlara maaş bağlanması için Mârif Bakanlığı gibi makamlara mektuplar kaleme alır. Onlar da Nazım’ı kırmaz, kitaplara çeyrek ciddi, üç-çeyrek de dalga geçme niyetiyle Nazım’ın dırdırını def etmek için medhiye döşenir, kitap ve fotoğraflarını imzalayıp verir. Nazım da nasıl yüce biri olduğunu anlatan kapı kapı dolaşıp topladığı bu takrizleri sahiplenir; her fırsatta ‘Beni falan meşhur şöyle övdü, siz kim oluyorsunuz da benim edebi şahsiyetimi tartışabiliyorsunuz?’ diye övünür. Bir türlü rahat bırakmadığı edebiyatçılardan kaptığı övgü, kitap, hususi fotoğraf benzeri evrakı tam 17.5 çuvalda toplar ve günlerini onları tasnife ayırır.
Nazım’ın içindeki narsist canavarı uyandıran şahıs, ona ilk defa ‘Büyük Şair’ diyen Tevfik Fikret’tir. Bu ifadeyi Sami Paşazade Sezai ve Süleyman Nazif de sık sık kullanınca Nazım kendi dehasına iman eder. Fakat onun en ziyade yapıştığı şahıs Abdülhak Hamid’dir. Hamid’in lakabı Şair-i Azam’dır ve devrin dahisi olarak anılır. Florinalı da kendisini ona övdürerek şahsiyetinin ve dehasının yüksekliğini gösterir. Onun tahsildarı, kahyası olarak ücretsiz çalışır ve hatıratını derlemesinde teşvikleriyle en büyük etken olur. Bu esnada Florinalı’nın eşi ikinci kızı Mualla’yı doğururken ölür. Florinalı’nın arayıp da bulamadığı fırsat ayağına gelir. Makber şairinin veliahdı olduğu için, Abdülhak Hamid’in önceleri Leyl-i Makber (kabir gecesi) dediği fakat sonraları pek övdüğü Zeyl-i Makber (Makber’in Eki) adlı şiirini yazar. Şiir hakkında şu mektupla dalga geçmiştir:
‘Müthiş bir eser bu Zeyl-i Makber! Çıkmış gibi arza teyl-i makber.. İnsan gömülür bunun içinde! Dehşetli bir güzellik! Ve hakikat kadar zulmanî bir silsile-i me’âliyât! Ki benim eserim bunların tahtında işitilmez bir vâveyl-i makberdir. Hal böyle olunca size büyük bir şâir demek lazım geliyor. Bilmem sizin bu hakikatten haberiniz var mıydı! İşte eğer bilmiyorsanız ben size ihbar ve isbat ediyorum: Büyük bir şairsiniz! Zeyl-i Makber’i okuyuncaya kadar bu mazhariyetinize ben de muttali’ değildim fakat şimdi gördüm ve bildim.’
Abdülhak Hamid bu adamın saatlerce kendi kabiliyetine dair çene çalmasından öyle bıkar ki, Servet-i Fünun’a gönderdiği Çamlıcada Mutekif İken şiirinin altına ‘Biraz da Mizah’ başlığını atıp şunu yazar:
Âtide bu halkın yine bir yâveri vardır:
Bir şair-i hoş-gû-yı vefa-perveri vardır.
Maksûduna mevsül olur elbet edebiyyat;
Hakka ki F. Nâzım gibi bir rehberi vardır.
Hûyide sünûhatı tıraş etmeğe memur
Allah’a şükür cümlemizin berberi vardır.
Bu şiirle beraber Florinalı’nın lakabı ‘tıraşçı’ya çıkar. Şair-i Azam bağlılığı sebebiyle Berber-i Azam olarak da anılmaya başlanır. Tıraşçı lakabı o kadar tutar ki, Nazım’ın boy boy usturalı karikatürleri yayınlanır, hatta Tıraşçı diye bir dergi çıkar ve Florinalı bu dergide ‘Üstadımız, pirimiz’ olarak anılır.
Faruk Nafiz, “Der ki Nâzım: Şair-i âzam diyorlar zâtıma / Bî-haber dîvanelerden Mazhar Osman bî-haber” diyerek Nazım’ı Mazhar Osman’a havale eder. Meseleye dahil olan Süleyman Nazif, Faruk Nafiz’e ve iğnelemeleri kendini medhederek karşılayan Nazım’ı ‘Gül geç, boşver’ diye uyaran Cenap Şahabeddin’e, şunu yazar:
‘…Hiçbir büyük şair yoktur ki zamanında hezel ve temeshurdan masun kalmış olsun. Victor Hugo’yu da Florinalı Nâzım Bey gibi genç iken muasırı ihtiyarlar ve bunak doğmuş olanlar tenkid ve tehzil etmişlerdi. Shakespeare’i ingilizlerin pek geç, hatta Fransızlardan sonra ve o Fransızların delaletiyle anlamış oldukları ma’lumdur. Bizim Victor Hugo’muz her ne kadar Nâzım Bey değilse de yine pek büyük şairimiz olduğunu teslim ederiz. Üstaddan ricamız şunun bunun cehl veya hasseden mütevellid kıyl ü kaline ehemmiyet vermesin, bize Hâtırat-ı Meşâhir ve Terennümler Teellümler gibi bedialar ihda etsin.
Zeyl-I Makber’in de bir an evvel intişar etmesine müştakane muntazırız.
(…)
Reji şirketinin kırk senelik idaresi inhisar kelimesine büyük bir mânâ-yı dehşet ilâve etmemiş olsaydı zamanımızın ve lisanımızın ‘en büyük şairi’ Florinalı Nâzım Bey’dir der ve hesaptaki âmâl-ı erbaadan fazla malumât-ı riyaziyeye mâlik olsaydım bu iddiayı bir muadeleye kalbile
, birriyazi ispat ederdim. Nâzım Bey’in büyük bir şair olduğunda icma-ı ümmet vardır. Abdülhak Hâmid’in tasdik ve ifânı ise nusus-ı edebiyye ve ebediyyeden addolunur.
(…)
Hele Faruk Nafiz Bey daha ileri giderek Nâzım Bey’in büyük şair olmadığını ilân edecek kadar cür’et-i hasûdane gösterdi ve kendi şairliği hakkında herkese telkin etmiş olduğu kanaati bu hareketile esasından sarstı. Florinalı Nâzım Bey’in bâb-ı afv ü keremi kıyamette tevbe kapıları kapandıktan sonra da açık kalacaktır. Faruk Nafiz bir istiğfarnâme-i manzum ile müracaat ederse memuldur ki, büyük şairin dergâh-ı mekahminde bir cây-ı kabul bula.’
Nazif, bir keresinde kendi yazısı yanlışlıkla Florinalı’nın imzasıyla yayınlanınca ‘Ne ise, bununla geçmiş olsun! Ya maazallah Florinalı Nâzım’ın yazısının altına benim imzamı koysalardı!’ der. Ayrıca Florinalı için ‘deli’yle tatmin olmayıp, ‘tımarhane’ dediği de vakiidir.
Florinalı Nazım, ‘Küçük Şaire’ lakabını verdiği kızı Aliye Meliha hanıma, mezar başlarına topladığı meşhur yazarlar huzurunda şiirlerini okutarak onu öne çıkarır. Yağmurda çamurda, elinde şemsiyeyle pilli masaj yastığı gibi titreyerek babasının şiirlerini okumak için sırasını bekleyen kızının fotoğraflarını kitapçıklarında kullanır. Belki de kendi kabiliyetsizliğine çaresizce hükmedip ümidini gelecek nesillerin şaire-i azamı yapmak istediği kızına bağlamıştı, bilinmez. Bir kitabında şöyle diyor mesela:
‘Aliye Meliha Hanım’ın bebekliği: Daha dört yaşında iken bu küçük güher-pâre mevcudiyetinin ne büyük bir lem’a-i zekâya mâlik, ne ulvi bir isti’dâd-i hitabete kabiliyetdar olduğunu seher vaktinde Öten şevk-efzâ bülbüller gibi saatlerce devam eden şâikât-ı hitâbâtiyle isbat eyliyordu.’
Yine kitaplarından birinin sonuna, Küçük Şaire’nin gümbür gümbür geldiğini haykıran, ufaklığın el yazısından çıkan şu şirin kıt’ayı ekler:
‘Bahar geldi çiçek açtı
Elmas güneş nurlar saçtı
Güzel bahar çiçek bahar!
Ne sevimli seslerin var’
Yağmur demeden, çamur demeden düzenlediği anma toplantılarının bir tanesinde, Fikret’in mezarı başında gelenlere kızı ve kendini öven yazıları barındıran 8 sayfalık bir kitapçık dağıtınca, Halit Fahri ‘Ne bu? Ölünün ardından lokma tatlısı mı dağıtıyorsun’ manasında azarlayıcı bir yazı yazar. Bir hafta sonra Halit Fahri Servet-i Fünun binasında otururken imzasız bir mektup alır:
“Ey Haberler sütununun garezkâr münekkidi! Sen kimsin? Maskeni çıkar yüzünden! Sen biliyor musun ki Florinalı Nâzım beyefendinin isim ve şöhreti şarktan garba bir güneş ziyası gibi yayılmış ve çar aktâr-ı cihanda bu dehayı tanımayan kalmamıştır? Bunu bilmiyorsan öğren ve bir daha dilini tut, böyle küstahça yazılar yazayım deme!”
Halit Fahri kağıdı ‘Allah Allah’ diyip bir kenara koyar, ama mektuba baya içerlemiş olacak ki biraz sonra içeriye giren Süleyman Nazif’e gösterir. Nazif kağıdı alır almaz makaraları koyverir. Zira mektup bizzat Nazım’ın elinden çıkmıştır.
Yaptığı araştırmalarda İbnülemin de bu delinin gayretinden çok faydalanır. Son Asır Türk Şairleri adlı çalışmasında Florinalı’ya geniş yer vererek çalışmasını evine gönderir. Fakat bu iyiliğinin karşısında ‘Şiir krallığım üzerinde yeterince durmadın, tüm şiirlerimi yayınlamadın’ diye zılgıt yer, küser, cevap vermez. Bir süre sonra Florinalı çark edip sayfalarca mektuplar yazarak özür dileyince de, dayanamayıp beyti patlatır:
“Bir takım laf ile teşviş-i huzur Etme ey şair-ı bi-şiir ü şuur,
Her dakika bana gelmekden ise Yılda bir kendine gelsen ne olur!”
Florinalı’yla ilgili bomba bir hadise de kendisine Gülhane’de verilen bir rapordur. Florinalı’nın narsizmini bilen doktorlar, 1 Nisan 1926 tarihinde çektikleri beyin röntgeninde onun ileri zekalı bir insan olduğunu tespit ettiklerini rapor halinde sunar ve bu rapor bir süre sonra Nazım tarafından gazetelere yayılır. Olay büyür, İngiltere’deki Daily Mail ve Fransa’daki Commedia gazeteleri bile raporu okuyucularına duyurur. Rapor şu şekildedir:
‘Üstâd-ı muhterem ve şair-i âzam Florinalı Nâzım beyefendiye yapılan dimağ radyografisinde hafıza, meleke-i akliye, isabet-i ayn ve tahayylül merkezlerinin fevkalâde neşv ü nemada bulunduğu ve bu merâkize tevafuk eden nevâhî-i dimağiyenin fevkalâde münevver olup bu tenevvürün Tenevvür-i tabiiden pek ziyade bulunmakta olduğu, ezcümle batinât-ı dimağiye dâhilinde mevcud bulunan ‘mâyi-i dimaği-i sevki’nin floresans hassasının mütezâyid bulunduğu ve husule gelen lemeâtın pek şâyân-ı dikkat olduğu görülmüştür. Muayene neticesinde dimağın tabiiye nisbel edilecek olursa pek fazla neşv ü nümâ bulduğu ve sebebden izâm-ı kahfiyenin pek ziyade rekakat kesbettiği anlaşılmıştır.’
Gazeteler Florinalı Nazım’dan bir sütuncuk yeri bile esirgerken, o sesini cihana duyurmak için ilan sayfalarına dünyanın parasını dökerek mücadelesini yalın-kılınç sürdürür. Birgün ilan sayfasına hakkında yazılanları ve fotoğrafını bastırınca Peyami Safa, ‘Şair Florinalı Nâzım Bey son zamanlarda, makalelerini ilân sayfalarında neşrediyor. Dün de bizim gazetenin sonuncu ilân sayfasında ve sonuncu iki sütunda, yani ara sıra tıraş bıçağı ilânlarının çıktığı yerde uzun bir makalesi ve resmi vardı’ yazar. Makalenin sonunda da Keriman Halis’i güzellik kraliçesi seçen heyetin Florinalı’yı övdüğünü, dolayısıyla onun da şiir krallığını ilan edebileceğini söyler. Florinalı derhal Safa’ya teşekkür mektubunu ve Keriman Halis hakkındaki bir şiirini gönderir, Türk Şiir Kralı ünvanını kabul ettiğini söyler. Peyami Safa ise bunu duyurduğu makaleyi şöyle bitirir: ‘Türk Şiir Kralı unvanını böylece kabullenen Florinalı’nın başına taç koymak yalnız Abdülhak Hâmid’e düşer, değil mi? Hayır, bence bu şerefli işi yapmaya daha salahiyetli olan bir zat var: Mazhar Osman.’ Ve Florinalı’ya Mazhar Osman’ın tımarhanede hil’at giydirişinin karikatürü, altında da şu yazı: “Haşmetlü Florinalı Nâzım hazretlerine Mazhar Osman Bey tarafından hil’at giydirildiğinin resmidir!”
Kralımız da buna karşılık Mazhar osman’a imzalattığı eserleri çıkarıp gösterir:
Sıhhat Almanakı: Aziz ve muhterem şairimiz Florinalı Nâzım beyefendiye takdim. 6.9.1933.
Keyif Veren Zehirler: Muhterem ve aziz dostum büyük şair Florinalı Nâzım Beye. 27.8.1934
Ve ‘hiç ben onların kastettiği gibi deli olsaydım Mazhar Osman Bey bunları yazar mıydı?’ diye sağlam bir kapak da takarak muhatabını apıştırır.
Florinalı aradığı ünvanı bulmuştur. O haşmetlü şiir kralımızdır ve bu sıfat kendisinin en büyük hakkıdır. Payesini Cumhuriyet’in ilan sayfalarında kelime başına para ödeyerek neşrettiği şu ifadelerle sahiplenir:
‘Otuz senelik yüksek ve parlak edebî varlığımı takdir ve tevkiren Türk şiir ve edebiyatının dahi ve üstadları tarafından bana ‘büyük şair’ payesi verilmesi münasebetiyle Cumhuriyet’te münteşir bir yazısında beni ‘şiir kralı’ diye anan Peyami Safa Bey’in sonradan bu vadide alaylı neşriyata kalkışmasına ve hakkımda bütün muarızlarımın atmaları melhuz her türlü tariz taşlarına rağmen, bugünden itibaren neşredeceğim yazılarımdan her istediğimin altına şu imzayı koyacağım: Türk Şiir Kralı Florinalı Nâzım!’
‘Kıratlık’ değil, ‘kıral’lığın nâmına imza atarım
Cumhuriyet devrinde ben sanmayın kıratlığa daldım
Yüksek şiir mevkiimi çekemeyenlerin bana
Haksız hücumunu kırdım, haklı zaferimi aldım.’
Florinalı, bu yoldaki tüm maceralarını anlattığı ‘Türk Şiir Kırallığı Neden ve Nasıl Doğmuştu’ adını verdiği krallığın kitabını da yazmıştır.
Florinalı’nın Güzel Sanatlar Akademisi’ne bir büstünün dikilmesi istihzanın nerelere kadar geldiğini gösterir. Sami Paşazade Sezai büst hakkında ‘Yüksek şiirlerinizle payidar İsminizi, bir âbide ile payidar olacak resminizi görerek iftihar ederim. Sizin şiirleriniz zaten o âbideyi tersim etmiştir’ der. Akademi’yi ziyaret ettiği gün çekilen bir fotoğraf hakkında Nazım şunları söyler:
‘Bu resim, Güzel Sanatlar Akademisi’ni ziyarete gittiğim zaman çekilmişti. Bunlar benim hayranlarımdandırlar! Onlar, bana mekteplerini gezdirirken bu taşın önüne gelmiştik. Bana ‘Üstadımız, dediler, Efgan kralı mektebimizi teşrifinde bu kaidenin üstüne çıkmıştı. Siz de şiir kralımızsınız. Bu sıfatla ayni makamı işgal etmenizi rica edeceğiz. Siz bize, şu bediî manzaranın kürsüsü üzerinden hitab buyurun ve biz hürmetkarlarınız yükseklerden gelecek veciz sesinizi hayran hayran aşağıdan dinleyelim (…) Ben, gençliğin bu teklifine mukabele olarak: ‘Efgan kralı yükseklere çıkabilirler. Ben kendimde o yaraşıklığı bulamıyorum. Fakat Türk gençliğinin her isteği, benim için behemehal yerine getirmekle mükellef olduğum bir buyruk mahiyetindedir. Bu itibarla, kendimi, o yüksek kürsünün üstüne kadar değilse bile, ortasına kadar çıkmaya mecbur addediyorum!’ cevabını vermiş ve bu resimdeki pozu almıştım. Bu da ayni günün başka bir hatırasıdır. Yine bahçede geziyorduk. Bu ağacın önüne geldiğimiz zaman, şu, diğer resimde gördüğünüz, aslan kafalı genç: ‘Üstad, dedi, durunuz, burada bir resminizi çekelim. Burada tabiat yüksek başınıza solmaz güzelliklerinden muhteşem bir çelenk örmüş gibi görünüyor. Bu bediî sahneyi kıymetli bir hatıra olarak tesbit edelim!’ Türk gençliğinden gelen bu samimi teklifi de kırmadım ve bu pozu aldım.’
Malesef kralın derlediği 17.5 çuvallık evrak, 9 Eylül 1933 gecesi Florinalının konağında başlayan yangında tarihe karışacak ve defterlere yapıştırarak derlediği binlerce vesika kültür hazinemizden yitecektir. Ki bu defterlerde kendini aşağılayan yazı ve karikatürlerin altına ‘Hakkımızdaki kıskançlığın iğrenç bir tasviri olmak dolayısıyla musavvirlerine ebedî bir hicap lekesi add ü telâkkisine şayan bir intiba”
, “Dehâ-yı şairanemi kıskananların tehzilkâr neşriyatından bir numune”, “Hasetkârlıktan mütevellid âdi mizah cilvelerinden’ gibi notlar da düşmüştü. Gazeteler bu anda da yapacağını yapacak ve başında takke, sırtında pijama, yanan evinin yanında yetkililere dert yanan Florinalı’yı fotoğrafıyla ilk sayfaya taşır. Florinalı’nın o gece yangında kaybolan kızını dahi farketmeyip, evrakları için dövündüğü de yazılacaktır.
Florinalı, İlan sayfalarına bastırdığı yazılara para yetiştiremez olunca avukatlık yapmaya karar verir ve stajını tamamlar. Basın burada da vurmaktan geri durmaz ve Vakit gazetesinde şu başlıkta bir röportaj yayınlanır: “Florinalı cezbe halinde! Şiir krallığından avukatlar krallığına — Fakat bu taht değiştirmenin sebebi hazinesinde mangır bulunmaması imiş”
Florinalı 6 haziran 1939 günü Asabiye servisinde tedavi gördüğü Gülhane’de Hakka yürüyerek son birkaç yılını yalnız geçirdiği bu dünyayı terk eder. Şiir kralının cenazesi ise tam bir ibret vesikasıdır. Tanıdıkları dışında kimsenin cenazesine katılmadığı Florinalı, 4 asker ve 3 polisin ellerinde Topkapı mezarlığındaki ebedi tahtına götürülür. Ölümünden önce herkesin eğlendiği bu şahıs tarihe öyle bir gömülür ki okumayı seven pek çok kişi dahi onun adını bile bilmez. Sadece aklından geçeni yazmamayı becerebilen pek çok kibirli, Florinalı gibi geyik oğlanı haline getirilmekten kurtulur. Hayat dedikleri budur.
Bu yazıyı hazırlarken, o dönemde kaleme alınan kitapların kıyılarındaki metin kırıntılarından ve Beşir Ayvazoğlu’nun geniş araştırmasından istifade ettim. Allah rahmet eylesin…
Batuhan Okutan
Bir Cevap Yazın