“Bir adam tanırdım. Ona göre, bir şey henüz nihayete ermediği halde hatıra olurdu.” Sinan
Büyüklerin anlattığına göre, iki asır kadar önce Nezih adında bir terzi yaşamış bu mahallede. Şimdi, bakkalla manavın arasındaki o boşluktaymış küçük dükkanı. Herkesin sevip saydığı, lafını dinlediği bir adammış Nezih. İşinin de ehliymiş doğrusu. Diktiği kumaşların kalitesiyle yükselen namı önce mahalleyi, ardından şehri, akabinde ülkeyi, sonrasında ise bütün dünyayı sarmış. Adı okullara, sokaklara, tavernalara, bilardo salonlarına, kıraathanelere, lokantalara verilmiş. Mahallenin orta yerine uzunluğu 191 metreyi bulan heykeli dikilmiş. Fakat heykelin ömrü açılışı yapıldıktan iki gün sonra nihayete ermiş. Çıkan ilk rüzgarda yıkılmış heykel. Yere savrulan heykelin parçaları mahalledeki evlerin ve dükkanların yapımında kullanılmamış. Sergilenmesi için herhangi bir müzeye de konulmamış. Dikili olduğu geniş alanda da ondan bir parça, bir iz bulunamamış. Kayıtların söylediğine göre o kış mahallede kimse odun derdine düşmemiş. Kömür satanlar iflas etmiş. Bu durum da bronzdan yapıldığını söyleyenlerin aksine heykelin kartondan yapıldığı iddiasını güçlendirmiş.
Büyükler öyle dese de, Terzi Nezih’in hangi yüzyılda yaşadığı konusunda net bir bilgi yok. 13. yüzyılda yaşadığını söyleyen de var, 15. yüzyılda da. 17. yüzyıl diyen olduğu gibi, 19. diyen de. Sayıları az olsa da milattan önce yaşadığını iddia edenler bile var. Kesin bir kayıt olmamasına rağmen herkes kendi görüşünün doğru olduğu konusunda ısrarcı, hatta kavgacı. Mesela Sabahattin… Tutturmuş Terzi Nezih’in milattan önce 87’de doğup 29’da vefat ettiğini söyleyip duruyordu. Bununla da yetinmeyen çırak, Terzi Nezih’in, Kleopatra’nın terziliğini yaptığını iddia ediyor, kanıt olarak da Anadolu topraklarının Mısır topraklarına fazla uzak olmamasını gösteriyordu.
Hakkında çok az bilgi bulunan Terzi Nezih’in bilinen bir yönü de hiçbir akrabasının bulunmadığı. Hiç evlenmediği, doğal olarak soyundan bugünlere hiç kimsenin gelmediği gibi, yaşadığı dönemde de ne bir kardeş, ne bir hala, ne bir yeğen; kimsesinin olmadığı biliniyor. Bir aralar Melih Mendebur onun soyundan geldiğini inatla dillendirmiş olsa da iddiasını ispatlayamamış, bu yolla mahalleye bir nevi hakim olma, herkesi denetim altında tutma isteğini gerçekleştirememişti. Mahalleye adını veren adamın soyundan geldiğini kabul ettirirse makam mevki sahibi olacağını sanmıştı. Mesela muhtar olmanın yegane yolunu bu sahte kan bağında görüyordu. Terzi Nezih’in gerçekte kim olduğu yıllardır tartışıldığından, onun mahalleli için bir efsane olduğunu biliyordu. Bu durumdan çıkar sağlamaya çalışmıştı. Kötü biriydi Melih Mendebur. Ele geçirme, hüküm sürme, egemen olma gibi birbirinden basit istekleri vardı. Son derece hırslıydı. Gereksiz bir önemsenme kaygısı taşıyordu. Atalarının Amerika’yı keşfeden ilk Avrupalılar olduğunu, onların yamyamlara medeni olmayı öğrettiğini, keşfettikleri geri kalmış kıtaya özgürlük ve bilim getirdiklerini, tüm dünya için güzel bir örnek olduklarını, böylesi üstün varlıkların soyundan geldiğini söylüyor, bununla gurur duyuyordu. Belli ki Melih Mendebur keşif olayının yalnız Avrupalılar tarafından bugüne dek kurnazca söylenegeldiğini, onlar adım atmadan çok zaman önce orada zaten büyük bir medeniyetin kurulduğunu bilmiyordu. Kıtaya ayak basan teröristlerin ne kadar iğrenç yaratıklar olduğunu da. (Cemil’in dediği gibi bahsi geçen toplum Avrupalılar olunca bazı kelimelerin farklı kelimelerle aynı anlamda kullanılması kaçınılmaz oluyor. Kaşif-istilacı, özgürlükçü-cellat, alicenap-pislik, şekerpare-kusmuk vs…) Bu güvenilir hırsızların aşağılık karakterlerinden sadır olan tüm vahşiliklerin aksine yerlilerin ne kadar medeni, ne kadar iyi niyetli, ne kadar misafirperver olduğunu da bilmiyordu. İstila, yağma ve soykırımdan önce yerlilerin dünyanın en gelişmiş
, en olağanüstü medeniyetlerinden birini kurmuş olduklarını da bilmiyordu. Bilse buna keşif demez, şeytanın insanla teması derdi.
Melih Mendebur ne derse desin, Terzi Nezih’ten ne ferman, ne kitabe, yazılı herhangi bir şey kalmamıştı. Bir kısım ileri görüşlü zevat, bunu delil göstererek onun yazı bulunmadan önce yaşadığı fikrini ortaya atıyordu. Karşı çıkanlarsa onun kaleminin iğne, kağıdının da kumaş olduğunu söylüyor, bir kavgadır devam edip gidiyordu.
O akşam yine kahvede oturmuş tartışıyorlardı. Ortalama altı kişinin oturduğu masalarda tüm sandalyeler doluydu. Bazı sandalyelerde iki kişi oturuyordu. Ayakta duranların sayısı da az değildi. Genelde Sabahattin, bazen de herhangi bir mahalleli günde iki düzineye yakın bardak kırdığından o akşam da bardak sayısından fazla adam vardı kahvede. Milyoner Yener tatilden yeni dönmüştü. Fransız Alpleri mi, Boboli Bahçeleri mi, Yağmur Ormanları mı derken tercihini köyünden yana kullanmış, birkaç gün önce mahalleye adım atmıştı. Cimri biri değildi Yener. Sadece akıl almaz servetini nasıl harcayacağını bilmiyordu. Sıkıntısı çoktu Yener’in. Paranın insanı mutlu etmediği, huzur için yeterli olmadığı gibi bir konudan kaynaklanmıyordu kederi. Çok farklı, oldukça farklı bir çıkmazı vardı Milyoner Yener’in. “Milyonlarca dolarım var ama mutlu değilim. Aksine bu durum canımı çok sıkıyor. Düşünsenize, milyonlarınız var ama hepsi dolar. Ne bir euro, ne bir yen… Sadece dolarım var.” Böyle söyleyerek dert yanıyordu Yener. Bunu duyan pek çok mahalleli zengin olmadıkları için şükrediyor, zenginlerin ne çok dertleri olduğunu düşünmeden edemiyordu. Hakikaten çekilecek dert değildi Yener’inki. Yener’in yanında oturan Nalbant Arif sessizce çayını yudumluyordu. Kimseyi duyduğu yoktu. İşleri iyi gitmediği için geleceğini düşünüyordu. Nalbant olmak istemiş ve bir yıl önce açmıştı dükkanı. Gel gör ki mahalleden bir tane bile müşteri girmemişti dükkana koca yıl. Kimse atını Arif’in dükkanına götürmüyordu. Herkese kızgındı Arif. Fakat hesaba katmadığı bir şey vardı Nalbant’ın. O da mahallede kimsenin atının olmadığıydı. Mahalleliyi bırak, bugüne dek dışarıdan bile bir atlı geçmemişti mahalleden. Göz göre göre yanlış ata oynamıştı Arif. Bu yönüyle karşısındaki masada Demirci Durmuş’un hemen yanında oturan Cafer Şimendifer’e benziyordu Nalbant. Cafer de uzun bir süre geçimini nasıl sağlayacağı üzerine kafa patlatmış, sonunda mahalleliye saati yirmi liradan Latince öğretmeye karar vererek küçük bir dükkan açmıştı. Dükkana koyduğu birkaç sıra her zaman boş kalmıştı. Bu işten iyi bir gelir sağlayacağını uman Cafer hayal kırıklığına uğradı. Mahallede kimse Latince öğrenmek istemiyordu. Sorun şu ki Cafer Şimendifer’in kendisi de dünya dili olarak tanımladığı Latinceyi bilmiyordu. O akşam kahvede daha önce bahsi geçmeyenlerden biri daha vardı ki, yanında oturduğu Fehmi Fettan’ın bardağındaki çayı çaktırmadan içiyordu. Adı Ruhi Dragon’du. Ona Dragon denmesinin çok ilginç bir öyküsü vardı. Bir keresinde Berber Metin dükkanına asmak için güzel bir söz aradığını söylemiş, Sinan da ona, “insan kendi kafasından çıkan bedava saçlar yerine bir sürü para verip ne diye peruk takar ki?” sözünü yazmasını tavsiye etmiş, sözün sahibinin de Harpagon olduğunu söylemişti. Orada hazır bulunanlardan biri bir sabah toplu yapılan kahvaltı merasiminde Ruhi’nin her zamanki cimriliklerinden birine şahit olunca
, Harpagon’u hatırlayamamış olacak ki, “sen tam bir Dragon’sun” demişti Ruhi’ye. O gün bu gündür adı Ruhi Dragon olarak kalmıştı. Balıkçı Rasim’le Veteriner Şener’in ortasında oturan şık giyinmiş biri vardı. Cebinden çıkardığı yuvarlak aynasına dikkatle bakarken özenle tarandığı belli olan saçlarının uçlarını tatlı dokunuşlarla okşuyordu. Feridun Fiyakalı’ydı bu. Tüm dikkatini dışında toplayan bu adamın iç dünyası karmakarışıktı. Bir keresinde birinci kattan atlayıp ikinci katın balkonuna düşmüştü. Sebebi tuhaftır. Feridun Fiyakalı ikinci katın balkonuna düşene kadar, altı yıldır yaşadığı binada kendisinin birinci katta oturduğunu zanneden bir üçüncü kat sakiniydi. Düştüğü balkonda kendisine yardıma gelenlere yerçekimi hakkında bir şeyler sorduğu; ambulansta gerçeği, yani üçüncü katta oturduğunu öğrenince de önce derin bir sessizliğe gömüldüğü, ardından da acı bir türkü tutturduğu anlatılır.
Elliyi aşkın bu topluluğun tartışırken çıkardığı ses birkaç kilometre öteden duyuluyordu. Son birkaç aydır her akşam aynı konuyu tartışmışlardı. Bu akşam da aynı konuyu, Terzi Nezih konusunu masaya yatırıyorlardı. Kimdi mahalleye adını veren bu adam? Nasıl bir hayat sürmüştü? Ortam çok gergindi. Büyük bir görüş ayrılığı vardı toplulukta. Yakın görüşte olanlar üçerli, beşerli gruplara ayrılmıştı. Tek başına bir fikri savunanlar da vardı. Arkeolog Necmi gibi konuyla hiç alakası olmayıp, tamamen kendi dünyasına odaklananlar da yok değildi. Kılıçlar çekilmiş, toplar ateşlenmeye hazır hale getirilmiş, su tabancalarına sular doldurulmuştu. Herkesin bu konuda söyleyeceği bir şey vardı. Şüphesiz herkes haklıydı. Haksız olan yalnız karşı taraftı. Tartışmanın fitilini ilk ateşleyen Sabahattin oldu. “Çayları tazeleyeyim mi ?” diye sordu kalabalığa. Mahalleli Terzi Nezih hakkında ortaya bir fikir attığını sanıp ellerinde ne varsa fırlattılar ona. Zavallı çırak havada süratle uçan bardakların, çay tabaklarının ve çay kaşıklarının hedefi olmuştu. Savaş daha yeni başlıyordu.
(Devam edecek)
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın