- Yazının Birinci Bölümü İçin Tıklayın - Hüseyin karşımdaki boş sandalyeye doğru yürürken, benim elim ceketimin omzundaki yağın birazını da olsa kurtarabilmek için omzumu hoyratça sıvazlıyordu. Hüseyin ise oturur oturmaz boğazını temizledi ve o akşam salonda bulunan evlenme çağındaki bütün erkeklere sorulan o soruyu pis pis sırıtarak kelimeye döktü: “Ee Ahmet baba, seninki ne zaman kısmetse?”. Normal şartlar altında bile enkaz altından çıkan sesimi ona ulaştırabilmem için iyice bağırmam gerekiyordu. “Abi kısmet yaa işte” diye bağırdım ve sonra havayı burnumdan dışarıya iterek, en sevimli gülüşümü “hümh” diye Hüseyin’e yolladım. Bilirsiniz, bağıran insanın ağız hakimiyeti kaybolur. Ağız hakimiyeti kaybolan bir bünyenin kasları da ağız içindeki tükürüğü zaptedemez. Bu damlacıklara güldüğümde burnumdan fırlayan minik baloncuk da eklendi. Baloncuk dediğime bakmayın, o kadar da şirin bir şey değildi. Hüseyin’in üstüne birkaç saniye boyunca bardaktan boşanırcasına yağmıştım. Utanıp elimle yüzümü kapatarak bir de olan bitenin farkında olduğumu, o an için devekuşundan daha zeki olamadığımı karşıya iyice hissettirdim. Ceketini sıvazlama sırası Hüseyin’deydi, ceketimin ahı çabuk tutmuştu. Üstelik kendi gıdısını da okşadığını görünce 2-1 öne geçtiğimi anladım. “Yaa abi işte yaa” diye anlamsız sözler edip meseleyi soğutmaya çalıştım. Gömleğimin yakasındaki uzun etiket sürekli boynumu kaşındırıyordu. Ah keşke bir süzgeç kepçem olsaydı da onunlla sırtımı tatlı tatlı kaşısaydım. Hüseyin “kısmet yaa” ile tatmin olmamıştı, benden cevap bekliyordu. Bu sorunun geleceğini bildiğim için evdeyken bir tirad hazırlamıştım. Az önceki rezilliği unutturmak için hevesle başladım. “Abi ne biliyim yaa, bu devirde düzgün hatun bulmak çok zor. Hem kariyer planlarım var. Ha dedin mi olmuyor ki abi, ailesiyle ayrı uğraş kaprisiyle ayrı uğraş. Şimdi evlenip de birkaç ayda boşanmak var di mi abi? Benim liseden bir kız arkadaş vardı, kız arkadaş dediysem heheheh öyle değil lan. O öyle oldu mesela bi baktık evlendi, bi baktık boşandı. Bu devir eskiden olduğu gibi de değil. Güç kazandıkça çeneleri düşüyor. Şimdi kafam rahat be abi. Beni de anlamaz ki onlar. Varsa yoksa alışveriş, tül, perde, araba, zıkkım… Ben büyük düşünen bir adamım, beni taşımaları çok zor. Hintliler diyor ki kadınların sözleri tatlı, kalpleri kirlidir diyor. Hint büyük medeniyet abi, bize okullarda bu medeniyetleri tanıtmıyorlar hiç. Nisa tayfasının şerrinden Allah cümlemizi korusun. Bugün başlarsın, canım cicim, yarın evlendikten sonra cazgır kesilir ağzına tükürdüğüm. Hem mağlup olmamanın yegane garanti yolu müsabakaya girmemektir. Bak herkes huzursuz, mutsuz, ne evleneceğim ya? dedim. “Abi elimde malzeme mi var” diye eziklenmektense bütün klişeleri tüketerek etkileyici bir nutuk patlatmıştım. Bir kere palavranın tadını alıp, yalan dolan atmosferinde jet sürati yakalamışken sağlık durumumla ilgili de birkaç kolpa sallamak aklıma geldi. Fakat günü kurtarmak için sıkacağım bu palavra beni hem kesin olarak evde bırakıp hem de tüm sosyal çevremden dışlayabilirdi. Hüseyin’in annesinin çenesi değil Doğan Grubu, Murdoch’un cihanşumul News Corporation’ından iyi çalışırdı. Bereket ki frenlerim tutmuştu. Hüseyin, dünyaya nizam veren sözlerimi iyi duysun diye masanın üstüne önce geriye kaykıltılmış laptop ekranı, sonra eşkenar üçgen, en sonunda da açık bırakılmış tombul bir kitap açılarıyla uzanmıştım, sürüne sürüne konuşuyordum ama nefes dahi almadan üstüne infilak etmiştim. Bu kadar cevval çıkacağımı Hüseyin de beklemiyordu. Bombardıman altında kalmış, düşünceleri hırpalanmış bir adamın memnuniyetsizliği vardı yüzünde. Ama o teslim olmadı. Cebinden silahını çıkardı, tek el ateş etti ve beni vurdu. “Bak hadis var ama, evlenin çoğalın, ben kıyamet günü sizin çokluğunuzla, ee şey, övünürüm diyor. Yani yapmak lazım abi” dedi. Allah kahretsin, konferansımı tek cümlede harcamıştı. Sanki bir anda karşımdan ışık vurdukça sivilcesi parlayan suratını çekerek, nurani çehresi ve olanca heybetiyle Peygamber Efendimizi karşıma bırakmıştı. “Ben kolay lokmayım, sıkıysa ona konuş” diyordu. Mızrağının ucuna hadisleri takıp savaşıyordu, sahtekarlık yapıyordu. Peygamber hadisine karşı argüman geliştirmeye çalışmak gibi bir hadsizlik yapamazdım. İşletme okumuş olmanın bana kazandırdığı yegane diyalektiğe doğru hamle yaptım. “Şimdi asr-ı saadetin şartlarıyla… Bugün… Toplum… Ihh, mıhh” gibi birşeyler söylemeye çalıştım, olmadı, sesimi kendim bile duyamadım. “Kısmet be abi, bi el atmadınız ki kardeşinizin işlerine” dedim ve vuruşarak çekildim. “Eyvallah baba” dedi. Uzun süredir görüşmeyen her sıradan tanışığın sohbetini sarıp sarmalayan Eee daha daha nasılsınız kabusunun gelip beni kurtarması için duaya başlamıştım ki, “Vaaay Hüseyin naber yaa?” diyen bir cisim geldi yanımıza. Hüseyin “Ahmet baba görüşürüz” diyerek cisimle birlikte yol aldı. Kurtulmuştum. Az sonra kına gecesinin yegane cazibesi masamıza teşrif buyurdu. Bu, bir gece öncesinden çay bardaklarıyla ağzı çıtçıtlı poşetlere doldurulan kuruyemişten başkası değildi. Paketi heyecan ile açtım. Saatlerdir süren ıstırap bir nebze olsun dinecekti. Poşetin üstünde kalan birkaç fındığı aldım. Lezzet kısa sürecek, acılar peşimden yetişecekti. Poşetin içinde hareket eden parmaklarım leblebilere değiyordu. Sarı leblebi, beyaz leblebi, şekerli leblebi, soyalı leblebi, leblebi, leblebiler. Leblebi cehenneminin dibindeydim. Çorum halkı ordu kurup hep beraber üstüme çullanmış gibiydi. Arada leblebiden gayrı dokunduğum tek nesne de tuzlu fıstıkların kendiliğinden soyulmuş tuz kılıfıydı. Aradım, taradım, başka bir şey bulamıyordum. Fakat takriben iki dakika süren kurcalamalarım sonunda bir mucizeyle karşılaşmıştım işte, bir Antep fıstığı çıkmıştı. Defineyi bulmuştum, zengin olmuştum. Fıstık artık benimdi. Onu bizim kuyumcu Hasan’a bozdurarak istediğim eşeği alabilir, kırbacı içimden geldiği gibi vurabilirdim. Fıstığı poşeti de hafifçe yırtarak çıkardım. O da nesi?.. Antep fıstığının kabuğunu ayıracak tırnak deliği yoktu. Hazine şifreli kasanın içinde kalmıştı. Evirdim çevirdim, tırnaklarımla delik aradım, resmen kapalı bir kutu vardı elimde. Dişlerimde dolguluydu, ısırsam katırdayan şey kabuk yerine dişim olurdu. Gözlerimden bir damla hüzün süzüldü. Definesini kaybetmiş batık bir işadamıydım artık. Belki evde kırarım diye fıstığı cebime koydum. Yenilmiştim, yorulmuştum. Nurettin Bay Oy Benim Neslihanım derken kızım olsa koymayı düşünebileceğim bir isim daha değer kaybediyordu. Can sıkıntısından yarım saat boyunca poşetteki leblebileri hamurlaştırıp mideme yolladım. Gerçi ben yuttuktan sonra onların nereye gittiği hakkında hiçbir hissiyata sahip değildim, ama iç dizaynım onu mideme götürüyormuş, herkes öyle diyordu. Herkes ayağıma gittiğini söyleseydi ona da inanacaktım. Bir türlü birey olamıyordum. Ben elimdeki leblebilerle uğraşırken, biri aniden elime yapışıp çekiştirmeye başladı. Neye uğradığımı şaşırdım. Ne oluyordu? Bu el beni neden yere düşürmek istiyordu? Kafamı aniden çevirdiğimde seksenine merdiven dayamış amcamı ışıldayan keliyle karşımda buldum. Küreklere asılmış bir forsa gibi var gücüyle beni çekiyordu. “A-amca?” dedim. “Lan kalk lan, lan oğlum kalk bi oynayalım” dedi. “Amca yok ben istemiyorum” dediysem de ısrar ediyordu. İsterdim ki o anda çılgınca bağıran müzik anidan kısılsın ve Münir Nureddin Bey “Her yer karanlık
, Pürnur o mevki” diyerek salonu dondursun. Sara nöbeti geçirir gibi zangır zangır oynayanların kimi yavaşlayarak dururken, kimi frene aniden bastığı için savrularak yere yapışsın. Şu adam kıyamet kopuyor zannederek bileğimi bıraksın. Adı üstünde, bir mucize olurdu bu, olmadı. Yere doğru 180 derece açı yaptığımda can havliyle elimi çektim. “La her zaman mı oynuyosun beee!” diye sitem etti amcam. Söylenerek uzaklaştı. Tüm bunlar olurken babam çoktan akrabaların yanına gitmişti. Bir başıma kalmıştım. İnsanların böyle bir organizasyonu hangi mantıkla düzenlemiş olabileceğini düşünüyordum. Bunca insanı bir araya toplayıp müzikle kafalarını şişirmek nedendi? Ben bu kadar insanı bir arada görsem onların eline birer iş tutuşturup ekonomiyi canlandırmak isterdim. Herkese bezelye ayıklatmak, kitap okutmak, ellerine vereceğim dinamoları çevirtip akülerde elektrik depolatmak gibi şeyler olabilirdi ama asla boş oturup göbek atmak değildi bu. İdealist bir akademisyene yakışan bir sıkıcılık düşüncelerime hakimdi. Ama gerçekten nedendi bu kına? Yarın niçin nikah olacaktı? Ne gerek vardı bunca masrafa. Mesele olanı biteni insanlara duyurmak idiyse, davetiyelerle insanlara ulaşabilen düğün bilgisi, gerçekleşmiş evliliğin bilgisini de aktarabilirdi. “Cemal oğlu Cafer ve Ömer kızı Zeynep evlenmiştir. Cenazeleri Ümraniye Belediyesi Nikah Sarayı’ndan kalkmıştır. Hüvelbaki, El-Fatiha!” Kafamın sağ ön köşesindeki küçük kel parçası terliyor, alnımın ortasındaki çukurcuğa doğru su sızıyordu. Kaşla göz arasında o damlaların, alnımdaki çukurcukta biriktiğini ve yaz sıcağından bunalmış bir serçenin konup oradan kana kana… Bu tiksinç düşünce akışını acilen keserek masa örtüsünün ucunu yelpaze şeklinde katlamaya başladım. Simetriyi tam sağlayamadığım için yelpazem bir yerde akordiyon körüğüne benzemişti. Fakat yere değen örtü ucunu masa yüzeyine kadar katlamıştım. Saçmalamaktan irkilerek bunu da bıraktım. Aklım hasılata gitti. Oturup bugün ve yarın takılacak para ve altının maddi değerini hesaplamaya başladım. Hesap yine şaşmadı, hasılatı bir kez daha 6.500 TL buldum. Başka çiftlerden ne eksik, ne fazla kazanacaklardı. Bu hesaplamadan hemen sonra oluşan boşlukta da rahat durmamıştım, iç sesimi çalan parçaya “di, na niğ noğng / di, na niğ noğng” diye elektro-bağlama taklidi yaparak eşlik ediyorken enseledim. Aklımdan geçen her düşünce ve yaptığım her iş saçmasapanlıkta birbiriyle yarışıyordu. Sanki bir girdaba girmiş, sarmala tutulmuştum ve ölene kadar çırpına çırpına saçmalayacaktım. Gece sıkıcı şekilde devam etti. Çiftimiz, dünyanın hiçbir yerinde pasta olarak anılmayı hak etmeyen, daha çok kek üstüne sürülen dışarıda kalıp yumuşamış margarin tabakasını andıran nesneyi garip pozlar vererek kesti. Ben sevmiyorum diye bütün düğünlerde dağıtılan vişne suları masalara geldi. Gelin hanım para ve takı vitrinine dönüştürüldü. Orkestra şefimiz gelin ve damadı mikrofon başına çağırdı, nikah memurundan işgüzarca rol çalarak birbirlerine evet dedirtti. Kızın sesi çatallandı, erkeğin sesi gürledi, insanlar hınzır hınzır güldü. Ben “lan benim sesim nasıl çıkacak acaba, en iyisi madara olmamak için ilk heceyi yüksek, ikinci heceyi kısık sesle söyliyim” diye bir karar aldım. Sunucu, her hafta birkaç kere tekrarladığı kalp çırpması, seven gönüllerin kavuşması, toplumun çekirdeği, mutluluk sinerjisi, bir olma denizine kavuşan aşk nehirleri gibi garip tamlamaları birbiri ardına salona saldı. Damat “Benim neyim eksik” diye düşündüğünden olacak mikrofonu kaptı, kendisine bakan yüzlerce insandan utanmadan buğulu sesiyle gece yarısı kuşaklarında duygusal laflar eden radyocular gibi sonsuzlu, aşklı, mutluluklu ve hayat boyulu birkaç cümle de o kurdu. O sıra olup bitenden habersizce uyuyan Sunay Akın, yatağında ters döndü. Akçakoca Anadolu Öğretmen Lisesi’nde okuyan şair kız Facebook’una “Ve bazen sevilmektir gönüllerde yer eden” diye bir cümle yazdı. Damadın elindeki mikrofonun dile gelip ona “Bırak beni be adam, yeter içimi baydın” demediğini gören gelin, damadı hafifçe öperek susturdu. Dans ettiler. Ben dudaklarımı kapalı tutarak, çenem titreyerek esnedim. Babam “hadi” dedi, toparlanıp kalktık. Dışarıda sigara içenler önümüzü kesti. “Uruguay maçı kaç kaç bitti” diye sordum. Alper “Bilmiyorum, Suarez yazmıştır kesin” dedi. O akşam Uruguay’ın maçı yoktu. Araba kapısına uzanırken ağzım açık esnedim. *** Pazar günü de bir önceki gün gibi stresli başladı, bugün de nikaha gidilecekti. Nikahlar kına, düğün, nişan gibi organizasyonlara göre tercihe şayandır, çünkü herşey iki adet evet içindir. Gerçi bu eveti söylemeden önce tereddütlüymüş gibi davranıp espri yaptığını sanan akıl küpleri süreyi birkaç saniye uzatır ama olsun, yine de çekilir. Aslında dünün yorgunluğu beni iyice bezdirmişti, gitmeye hiç mi hiç niyetim yoktu. Fakat bizimkiler başıma dikildiklerinde, fırçanın uzayacağını fark edip tekrar takım elbiseyi indirmek zorunda kaldım. Düğün olsaydı bu dalaşmayı göze alırdım ama nikah için fazla ses etmedim. Ligden düşmüş takımın hafif bir mağlubiyet alması gibi önemsiz gelmişti bu tercih. Kapının önündeki paspasta ayakkabılarımı yeni giymiştim ki aniden geri döndüm. Portmantodan çekici aldım. Babamlar şaşalamış vaziyette ne olduğuna anlam vermeye çalışırken cebimdeki defineyi ayakkabılığın üstüne bıraakıp çekiçle üstüne vurdum. Çekiç definemin tam üstüne oturmadığından, definem kanatlanıp spor ayakkabımın içine kondu. Onu oradan çıkarıp annem ve babamın kızgınlıkla dolu “ne yapıyor şu acaba? Şuna bak hele” bakışlarına aldırmadan bir kez daha ayakkabılığa yatırdım ve tepesine ikinci bir sorti yaptım. Kabukla birlikte fıstık da tuz-buz olmuştu… Ahmet Yıldırım