Kuru odunları tutuşturur diye sobaya atmak üzere olduğum gazetede dikkatimi çeken bir haber görünce buz kesen bedenimi ısıtmayı belki birkaç dakika, belki birkaç ay, belki de sonsuza kadar ertelemek zorunda kaldım. Gazete, okurlarına bir soru yöneltiyor ve bu konuda onlardan geniş izahatlar istiyor, sekizinci sayfanın tamamen okurların cevaplarına ayrılacağını ilan ediyordu. “Kendinize en yakın gördüğünüz insan kimdir? Sizin için ne anlam ifade etmektedir? Bize ondan bahsedin.” Haber buydu. Kalakaldım o an. Hareket bile edemedim. Dakikalarca kalbim atmadı. Farelerin tahta kemirmesine benzer sesler geldi beynimden. Tabandaki tahtayla beton zemin arasında gerçekleşti bu. Bir delik açabilmek için kıyasıya mücadele ettiler. Sonunda bir fare
, sanırım tarla faresi, önce o süslü kuyruğunu uzattı delikten; sonra kuyruğunu içeri çekti. Aç, hasta, yok etmeye meyilli, sabırsız onlarca göz açılan farklı deliklerde göründü birazdan. Sırtında taşıdıkları hastalık saçan pirelerle doluştular içeri. Masadan, halıdan, sağa sola savrulmuş elbiselerden eser kalmadı. Televizyonu kanallarıyla beraber yuttular. Öylesine fazlaydılar ki odaya sığamadıklarından açık pencereden düşenler oldu.
Tutuşturmak üzere olduğum alelade bir kağıt tarafından ateşe atılmıştım. Bir soru; küçücük, zararsız gibi duran bir soru mahvetmeye yetmişti beni. Hiç düşünmediğim (ayıptır söylemesi hiç düşünmem) bir konuydu bu. Bir insan ömrü boyunca kaç insan tanır bilmiyorum. Elli
, doksan, yüz… Hadi bir milyon diyelim; herkes dünyanın efendisi ne de olsa. Böylesi saygın dehalarla dolu bir topluluğun o paha biçilmez bireylerini bir milyoncuk insan tanımakla aşağılamak yersiz olacağından işin içine milyarları mı katmalı yoksa? Kalsın, en dibe inelim ve on diyelim. Hayatında kendisinden başka on kişi daha bulunan bir insan… Samimiyet dereceleri mühim değil; tanıyor olması, az çok bir şeyler paylaşıyor olması yeterli. En kötü ihtimalle, bu on kişiden iki, bilemedin üç tanesi merkez şahsa göre iyi ya da idare ederdir. Mükemmel de çıkabilir zorlansa. Fakat insan mükemmel olarak yalnızca kend… Ne diyorum Allah aşkına… İnsan topluluklarına
, bunların bir arada yaşamalarına, iletişimlerine dair en ufak bir ilgim yok ama oturmuş bir insanın kaç kişi tanıyacağını, bunların arasındaki bilmem neleri hesaplayıp ahkam kesiyorum. Ama bana bunları düşündüren neydi? Ha, evet. Değil doksanlar yüzler, değil hadi on kişi; tanıdığım insan sayısı iki bile değil. Evet, şu koca dünyada yalnızca bir kişiyi tanıyorum. Ondan başka bugüne dek kimseyle bir bağım, bir yakınlığım olmadı. Ne merhabalaştığım, ne vedalaştığım ne de tokalaştığım biri oldu. Hayır hayır, ölü değilim. Geçmişten ya da uzayın derinliklerinden gelmedim. Akıl sağlığım da yerinde. (Bu konuda benim de şüphelerim yok değil.) Ancak bu böyle. Biliyorum, çok fazla insan var. Öyle ki yolda yürürken birine takılıp düşmemek dikkat istiyor. Her an, her yerde bir ayak izi. Dünya, tadı gitmiş şekerli bir sakız gibi. Hal böyleyken uçsuz bucaksız insanlık ailesinde yalnızca bir insan tanıyor olmamın tuhaf olduğunu kabul ediyorum. Fakat problem bu değil ki. Sorun şu ki hiç sevmiyorum onu. On kişi tanısaydım da dokuzunu sevmeseydim yine de bu kadar dert etmezdim, ancak tanıdığım tek insandan zerre hazzetmemem katlanarak artan bir öfkeye sebep oluyor.
Bir kere bencil… Varsa yoksa kendi yapıp ettikleri. Dünyada ondan başka bir canlı yokmuş gibi davranıyor. Kimse umurunda değil; yalnız kendi dertleriyle, kendi sevinçleriyle meşgul. Sonra gururlu… Hem de öyle böyle değil. Hiçbir şeye tahammülü yok sabırsızın. En küçük bir sıkıntıda vahşi bir hayvan gibi tepiniyor. Büyük büyük dedeleri hakkında ileri geri konuşup duruyor. Onu yaşama iten insan zincirine öfke duyacak kadar tuhaf sayılabilecek çılgınlık nöbetleri geçiriyor. Bazen de hayırla yad ediyor onları. Kafası çok karışık, yaşamaktan korktuğu, tiksindiği, bezdiği çok belli. Korkağın teki. Köpek gördüğünde yolunu değiştiren bu adamın, dışarı yansımasa da dik kafalı olması şaşırtıcı. Gücü yetse, güneşi bir futbol topu gibi dünyanın üstüne şutlayacağı kesin. Samimiyetsiz. Bugüne dek eleştirdiği her bir haltı yaptığına bizzat şahidim. Tembel, kaprisli, asık yüzlü, nankör…
Bu hayli eksik tasvirde tarihin en kötü karakterlerine bir meydan okuma olduğu aşikar. Binlerce yıllık mevcudun en kötü 11’ine aday olacak kadar saygın bir karaktere sahip bu şahsı tanıyor olmakla ne kadar övünsem az! Bir tane var, ve o da en kötülerden… Bu gerçekle yaşamak sinir yıpratıcı. Kopamıyorum bir türlü. Defedip atamıyorum hayatımdan. Kendisini bana emanet ettirmiş gibi bir mecburiyet hissi oluşturdu bende. Bunu nasıl başardı bilmiyorum. Sanki bir ödev, bir görev gibi bu. İstemesem de yapmak, bununla yaşamak zorundayım sanki. Yıllar içinde görünmeden yavaş yavaş oluştu bu. Nefret ediyorum ondan. Öyle arkasından da konuşmuyorum, açık açık söylüyorum bunu ona. Kimi zaman öfkem taşıyor ve hakaret ediyorum tam gözlerinin içine bakıp. Arka arkaya neler neler söylediğim oluyor. O da aynı gerginlikle karşılık veriyor. Sonra bakıyorum, çok geçmeden sırıtıyor yüzüme. Hiçbir şey olmamış gibi, atıyorum, futboldan bahsetmeye başlıyor, bir anısını anlatıp basıyor kahkahayı, gelecekteki tasarılarından söz ediyor, aklına gelen herhangi bir şeyi paylaşıyor benimle. Arsız herif. Bir yolunu bulup uyuşturuyor haklı kızgınlığımı. Böyle durumlarda ben de ona uyuyorum. Onu haklı bulduğum zamanlar bile oluyor. Ne büyük bir utanç bu. Kurtulmak istiyorum ondan. Ölse, diyorum bazen, ölse de çekse ellerini yakamdan. Onu bir daha görmeyecek olma ihtimali tatlı bir huzur veriyor bana. İçimde bir şeyler kıpırdıyor. Tam böyle bir düşünceye dalmışken dikiliyor karşıma ve olanca karamsarlığını, umutsuzluğunu, karanlık duygularını yağdırıyor üstüme. Yürü git, diyorum ona, yürü git. Dinleyen kim… Ne düşündüğümü umursamıyor bile. Saygı duyduğu da yok bu yüzden.
Bu akşam da epey soğuk yaptı. Malum gazeteyle sobayı yaktım şimdi. Yavaş yavaş ısınıyor oda. Ne garip; bir kağıt parçasıyla hem odunlar, hem de içimdeki öfke tutuştu. Yanan odunlardan gelen tatlı ses, içimde alev alan korkunç seslere karışıp gidiyor. Ve işte… İşte hasretle yolu beklenen beyefendi de teşrif etti sonunda. Pencereyi kapattı. Bir sigara yaktı. Soba neden daha önce yakılmadı diye kızgın. Çayın hala demlenmemiş olması da canını sıkmış. Yüzü öyle tuhaf bir biçim aldı ki kaşları çatık ama gülüyor gibi. Gergin mi, rahat mı anlamak güç. Şuan tam karşımda duruyor. Yüzüne bakıyorum ve hiçbir şey görmüyorum. Ya da gördüğüm şey tam anlamıyla bir hiç.
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın