Sevgili okurlar, bir şarkı sözünde duyup duyabileceğiniz en kaypak cümle nedir? Evet, size soruyorum nedir? Farkındayım, hiçbiriniz “ne ola ki acaba” diye düşünmüyorsunuz. Kafanızda “He evet neymiş?” yazıyor. Sizi tenzih ederim, Pavlov’un köpeğini de sizlerin yerine oturtsam, kendi sorduğu sorunun cevabını vermeye okuyucuyu alıştırmış yazarlar yüzünden aynı şekilde davranacaktı. Sizin de ondan pek farkınızın olmadığını görüyorum fakat sizi hala tenzih etmeye devam ediyorum. Çünkü tenzih etmezsem kızıp gitmenizden köpek gibi korkuyorum. Ne olur gitmeyin, beni burada bir başıma bırakmayın, olur mu? Fırçamı attım, motorumu ısıttım. Hadi barışalım.
Sürpriz yapmayacağım. Ben de sizi kendi sorduğu soruyu cevaplamaya alıştırmış yazarları taklit ederek onlar kadar iyi bir yazar olmayı deneyeceğim. Bir şarkıda duyup duyabileceğiniz en kaypak cümle, “Aramadım ama elim gitti telefona”dır. Eşşekliğini böylesine yüzsüzce bir mazeretle savunabilen başka bir tavra ben bugüne kadarki ömrümde bir daha tesadüf etmedim. Malum önümüz bayram, herkes birbirini ayıp olmasın kabilinden arayıp bayramlaşacak. Bu gibi mecburi aramaların en az üçte ikisinde “ben de tam seni arayacaktım” cümlesi kurulurken, kalan üçte birinde de “ne zamandır görüşemedik, hiç de arayıp sormuyorsun” ve benzeri sitemler uzaya salınır. “Hiç aramıyorsun” diye mızıldanan birine, yeri yerinden oynatacak bir sır veren adam ses tonuyla “Abi, aramadım ama elim gitti telefona” deme fikri size de cazip gelmiyor mu? Telefondaki atağı bu hamleyle bastırdıktan sonra, muhatabınızın affallamasından faydalanıp muhabbeti süratle istediğiniz eksene oturtmayı becerebilirsiniz sanıyorum. O halde hadi yine iyisiniz.
Bu yazımda “bayram adetleri şöyle mantıksızdır, bayram ziyaretleri böyle komiktir” diyerek beşinci sınıf mizahçı ekmeği yeme niyetinde değilim. Aslında bayram SMS’lerini masaya yatırıp cenazesini kaldırmak isterdim, fakat bu hususta yapılabilecek bütün geyik muhabbetleri tüketildiği için henüz başında bulunduğum mizah kariyerimi bu sürülmüş topraklara defnetmek istemiyorum. Ben sadece başımdan geçen bir olayın bana düşündürdüklerinden bahsedip gözünüzün önünde Allah’a verdiği bir parça ilim için şükretmek istiyorum.
Malumunuz; bayram günleri öte dünyaya bizden evvel göçmüş aile efradının, eşin dostun da ziyaret edildiği ve onların duaya, bizimse sevaba açlığımızın biraz da olsa dindiği günlerdir. Endişelenmeyin, yazıya Diyanet hutbesi gibi devam etmeyeceğim. Geçtiğimiz Ramazan bayramının birinci günü, ben de ablamla birlikte ailenin göçenlerini ziyaret etmek üzere Çekmeköy Mezarlığı’nın yollarına düştüm. Milyonlarca kilometre öteden geldiği halde soğumayan sayısız güneş ışını, seyrek saçlarımın arasından geçerek kafa derimi an be an kaynatıyordu. Arada sırada beynimin buharlaşarak atmosferi zekaya boğmaması için elimi kafama götürüyor, dehama gayet ilkel bir refleksle sahip çıkmaya çalışıyordum. Nefes aldıkça buhar çektiğimi düşündürecek kadar bunaltıcı bir hava vardı.
Mezarlığa vardığımızda, bayramın ölüler diyarında tabiatı dirilttiğini gördük. Kapıda gelene geçene şeker dağıtan orta yaşlı sempatik ablalar, “su dökiyim mi abi?” diye peşimizde gezinen at hırsızı kılıklı esmer çocuklar, sayısız börtü böcek ile kenarda boğazını temizlemeden balgamlı balgamlı miyavlayan kedi; hepsi ölülerin üstünde yaşayan hayattan canlı izler sunuyordu. Ablama, bu tablonun bana ölülerin üzerine kurduğumuz medeniyeti anlattığını söyleyerek müthiş bir sistem eleştirisi yapacaktım ki, aralarından geçmekte olduğum mezarların üstünden sarkan bir elma dalına şakağımı çarparak irkildim. Bütün entel ruhum bedenimi terk ederek berzah aleminde kayıplara karışmıştı. Çenemi göğsüme bastırırken, yere düşen bir yaprak bana tıpkı kafasına düşen bir elma vesilesiyle yerçekimini bulan Newton gibi insanlık alemini derinden sarsacak bir soru sordurmuştu: “Hangi gerizekalı dikti bu ağacı?” Öyle ya, altında yatan ölünün çürümesiyle ortaya çıkan besinleri toplayan bu gürbüz ağacın meyvesini yemek, pek ala ılımlı bir yamyamlık olarak kabul edilebilirdi.
Üzerinden çiçek, diken, ağaç dalı, pıtırak ve normal ot gibi bitkiler sarkan keskin mermerli mezarların arasından, kâh belimi kıvırtarak, kâh eğilip kalkarak, arada bir de saçlarıma takılan yaprakları fiskeleyerek yürüyordum. Köy yoluna girmiş spor araba gibiydim. Çarpa çarpa ayakkabıları eskitme korkusu huşuumu bir miktar azaltıyordu. O an annemin sesi beynimde yankılanarak “ölünce ne yapacaksın peki?” diyor, iç çekiyordu. Mezarların arasındaki dar ve şekilsiz yolu bitirip abimin mezarına varınca, ablamla beraber oturduk, duamızı etmeye, Kuran’ımızı okumaya başladık. Hatıralar kafamda hiçbir kronolojisi olmadan fır dönüyordu. Özellikle de mealini bilmediğim sureleri okurken, “acaba yaşasaydı ne yapıyor olurduk?” gibi hayallere kapılıyordum. Sonra kendimi onun yerinde hayal ediyordum, şimdi lüzumsuz yiğitlik taslamayayım, basbayağı ürküyordum.
Derken az ötemizden gelen bir sesle irkildim. Bu, gayet de makamına dikkat edilerek çekilmiş bir hoca Besmelesiydi. Kafamı sesin geldiği yere çevirdiğimde, 60 yaşlarında bir karı-koca ile karşılaştım. Her ikisi de gayet ciddiydi ve mühim bir iş hazırlığındaydılar. Demek ki bu amca işin usulünü bilen bir hafızdı ve şimdi okuyacağı surelerle umum müteveffaya hayırda bulunacaktı. Acaba bir Amak-ı Hayal sahnesi mi yaşıyordum? Tatlı bir rüyaya dalıp başka bir aleme mi geçecektim?
Aniden, İslami yayınların tok sesli seslendirme sanatçılarından birinin sesi gelmeye başladı. Bir an için, “Sacit Onan falan mı dirildi?” diye şaşırıp adamı kestim. Rahmetli abimin muhayyilemdeki hayali önce karıncalanmış, sonra tamamen kaybolmuştu. Herşeyimle amcaya konsantre olmuştum, Fenafi’l-Emmi mertebesine varmıştım. Amca, Anadolu Magazin programlarında sunucunun konuk olup gözleme yediği evlerin reisine benziyordu. İşte kısa boylu, bıyıklı, kasketli, dikdörtgen kafalı o adamdan burada da bir tane vardı. Fakat konuşan sesin ne dediklerini beynim algılamaya başladığında hakiki bir dumur yaşadım:
“Üçüncü ders: Sabah namazının kılınışı. Bu dersimizde sabah namazının kılınışını öğrenicez. Sabah namazı dört rekattır. İki rekatı sünnet, diğer iki rekatıysa farzdır. Vakit girdikten sonra sabah namazının önce sünneti, sonra da farzı kılınır. Sünnetin Kılınışı. Ayakta kıbleye doğru dönülür. Niyet edilir. Niyet ettim Allah rızası için…”
Tepemize dimdik vuran zalım güneşe inat, amcanın elindeki dijital kitap bize sabah namazının nasıl kılınacağını canlı canlı anlatıyordu. Mezarlıkta neden böyle bir eğitim faaliyetinin içinde kaldığıma anlam verememiştim. Amca, “Kalk karı, sana mezarlıkta namaz kılmayı öğreteyim” demiş olamazdı. Birazdan bu soru da cevabını buldu. Dijital kitap evvela Subhaneke duasını tegannili, musikili bir ton ile okudu. “Ve celle senauke” demeyi unuttuğu dikkatimden kaçmadı ama ses umursamadan Fatiha ve İhlas’ı da peşi peşine okuyup bitirdi. Dijital kitap galiba divan durmuş, namaz kılıyordu. Amca aleti o sıra durdurdu ve butona tekrar basarak Üçüncü Ders’i baştan başlattı. Belli ki sabah namazının nasıl kılınacağını ilk seferde öğrenemeyen börtü böcek bile iyi bellesin istiyordu. Sübhaneke
, Fatiha ve İhlas’ın okunması bitince aynı işlem üçüncü defa tekrarlandı. Amca, üç’ün özel bir sayı olduğunu bildiği için ölüsüne üçer defa Sübhaneke, Fatiha ve İhlas göndermiş oluyordu.
Garip bir vakayla karşı karşıyaydım. Kahkahayı koyvermemek için dudaklarımı dişlerken derin derin de düşünüyordum. Anadolu insanı tabirinin kucakladığı, ihtimal ki mangalda kızaran etin kokusunu Dior parfüme yeğleyen bu yaşlı çift, onca yıllık tahsilimle benim bulamadığımı keşfetmişti. Resmen kelepir sevap bulmuş ve üstüne atlamıştı. Gerçi sevaplar onlara mı, ellerindeki alete mi yazılıyordu, bilmiyordum ama ortalıkta dolaşan bir sevap olduğunu hissediyordum. Mezarlık duasına dijital bir hocaefendi getiren bu çift, bu sivri çıkışını eminim ki hayatlarının hiçbir alanına taşımıyordu. Örneğin, izledikleri yerel televizyonda her akşam yarım saat boyunca yayınlanan “650 liralık akıllı telefon 199 değil, 189 değil, 169 lira” kampanyasından cep telefonu almak isteyecekler, fakat sonra “nasıl kullanacağız biz onu, ekranın tuşu yokmuş” diye vazgeçeceklerdi. Her bayram olduğu gibi bu bayram da eşin dostun bayramda getirdiği fazla çikolataları salondaki vitrinin alt gözlerinde saklayacaklardı. Bayramda kaldırdıkları eski halıyı, bayram geçince tekrar serecek, bayramlık halıyı da yuvarlayıp evin kolon kenarlarına, kapı arkalarına dikeceklerdi. Sonra, yarın akşam büyükçe bir salata tabağının içine mutlaka karpuz doğrayacaklardı. Ağızlarından attıkları ilk karpuz çekirdeğini sıra ile beşer defa yeni karpuz dilimlerinin üstünde tekrar ağızlarına alıp, dilleriyle tekrar tabağa ittireceklerdi. İşte aynı sizin ve benim gibi insanlardı bu çift. Fakat Çetin Emeç’i anma gayesiyle merhumun mezarbaşına giden, hazirun arasında Fatiha’yı okuyabilecek kimsenin olmadığını fark edince de iPhone’undan Fatiha suresi dinleten Ertuğrul Özkök kadar uyanıktılar.
Bu aleti yanlarında getirme serüveni başından beri nasıl gelişmişti acaba. Aklıma farklı senaryolar geliyordu. Mesela bu aleti torunları için Eyüp’ten almış olabilirlerdi. Çocuk bunu, tekerleği çıkmış araba ve pil haznesinin telleri sökülmüş robotların toplandığı oyuncak leğenine fırlatmış olabilirdi. Ayaklara battığı için hışımla fırlatılan her lego parçasında isabet alan dijital hocaefendi, mezarlık ziyareti öncesi hatırlanarak Elham’ı okuması karşılığında kurtarılmış olabilirdi. Yahut o yaşa kadar gelip de dine diyanete dair hiçbir şeyi merak etmeyen teyze ve amca, ölümün soğuk nefesini ense ve alınlarında hissedince telaşla sonsuzluk alemini kurtarmak istemiş ve namaz öğrenmeye merak salmıştı belki. Bilemiyordum. O profildeki insanların böyle bir çıkıntılık yapmasına bir türlü anlam veremiyordum.
Bu bayramın ilk günü Çekmeköy Mezarlığı’nı ziyaret edip amca ve teyzeyi de orada görecek olanlardan bir ricam var. “Hayatında önemli bir yer tuttuğunuz nur yüzlü bir genç size selam söyledi, bir de namazlarına çok dikkat etsinler diye önemle ikaz etti” deyin ve gizemli insanların ortadan hızla kaybolmasını andırır bir çeviklikle oradan süratle uzaklaşın. Bunu gaybden gelmiş bir uyarı olarak görüp telaşlanabilirler ama olsun, ezbere Fatiha okuyabilecek kadar bari Kuran öğrensinler. Bir de, mezarlıkta bencillik edip sadece kendi ölünüze dua etmeyin, bizimkileri de araya kaynatın. Unutmayın ki, sizi tenzih etmeye hala devam ediyorum benim canım okurlarım.
Bayramınız mübarek olsun.
Batuhan Okutan