Sol elimin parmaklarıyla sağ elimin avucunu kaşırken saat beşi yirmi geçiyordu. Avucumdaki kızarıklıkları ve yeni oluşan patika yolları görünce tırnaklarıma baktım. Haftada bir kez el tırnaklarımın bakımını yapıyordum. Bakım filan derken kesmekten bahsediyorum. Bir tırnağa, onu kesmekten başka herhangi bir işlem yapılıp yapılmayacağı konusunda bilgisizdim. Onları haftada bir kestiğime göre sanırım bu altıncı gün olmalıydı. Ortalama bir insan dili kadar uzamışlardı. Sağ avucumu acıttıkları için sol elimin parmaklarının tırnaklarını altı ay süreyle kesmemeye karar verdim. Dünya tarihi açısından olmasa da benim açımdan mühim bir karardı bu. Soldakiler artık bir kesici alet hüviyetine kavuşacaklarından altı ay boyunca en kritik görevleri sadece sağ parmaklarımın tırnakları üstlenecekti. Mesela tek kelimeli ama bol gülücüklü mesaj atmak ya da karada, havada, denizde, her nerede olursa olsun durmadan telefonda oyun oynamak gibi önemli bir iş üzerindeyken başımı yalnız onlar kaşıyacaktı. Sivrisinek soktuğunda, sokulan yeri bir tümsek haline getirmek de onlara nasip olacaktı. Öte yandan sol tırnaklarımın da sağdakilere üstün gelecek taraflarının kendini belli edecek olması kaçınılmazdı. Tek hamlede bir kağıdı ortasından yırtmak gibi bir beceri bir tek sol tırnaklarımdan gelecekti. Belki canı öyle istediği, belki batıl inancı gereği tırnak kesmekten vazgeçen bir kabile mensubuna dil çıkaracak; tırnak uzatmakla ellerinin güzel görüneceğini sanan şehirli-modern-medeni-güngörmüş bir bayana nanik yapacak olan da sol tırnaklarım olacaktı.
Saat beşi kırk geçiyordu. Yirmi dakikadır tırnaklarımın geleceği konusunda kafa yormuştum. Şimdi bundan utanıyordum. Kimse bilmez, içinde bulunduğum o saat değil tırnaklarımdan; parmaklarımdan, hatta ellerimden bile daha önemli konuların gongunu vuruyordu yüreğime sert sert. İki elimi iki dizimin üzerine koydum. Ceketimin bir tarafı diğerinden daha yukarda gibi durduğundan onu biraz aşağı diğerini de hafif yukarı kaldırarak kimse fark etmeden bu uyumsuzluğu ortadan kaldırdım. Burnuma konan ve gitmek bilmeyen sineği, dilim oraya kadar uzanamadığı için talihli saydım. İki ayağımla yeri yokladım. Bildiğimiz betondu bu. Dünya kendisini henüz pencereden atmamıştı demek. Rahatladım. Bir başıma oturuyordum. Etrafta insanlar vardı. Yürüyenler, koşanlar, ayrılanlar, kavuşanlar… Bir telaş, bir koşturmacadır gidiyordu. Burası dünyanın en eski terminallerinden biriydi. Benim içinse en kötü, en uğursuz… Kesip atılan tırnakların yerine yenisi geliyordu. Tekrar büyüyordu nasılsa. Bunun için hiç kimse kestiği tırnağının yokluğuyla ağlamaz. Hiçbir şair kestiği tırnaklarının ardından özlem dolu bir şiir kaleme almaz. Bu konuyu tırnakla kıyasladığım için yıllarca kendimi affetmeyeceğim. Ama ben… saat yedide… kesilip atılacak ve bir daha da…
Benim bir sevgilim var ki sormayın. (Sevgilim diyorum ama siz onu sevdiğim olarak anlayın. Hangi aşık sevdiğine sevgilim demekten kendini alabilir? Sevilen, sevgili değil de nedir? Yoksa ayrı şeyler midir bunlar?)Sormayın diyorum çünkü onu anlatamam. Sırılsıklam olmanıza rağmen yağmur altında yürümekten hoşlanıyorsanız, büyük bir ormanda kaybolmak sizi onun güzelliklerini hayranlıkla seyretmekten alıkoymuyorsa, geminiz su alıyor ama bir taraftan da yüzeceğiniz için seviniyorsanız, kırılmak üzere olan dalın ucundaki inciri düşeceğinizi bile bile koparıp almaya yelteniyorsanız, karlar üzerinde yuvarlanma coşkusunu, üşütüp hasta olma riskinden daha fazla dikkate alıyorsanız, susuzluğunuzu koca dilli ineklerin yalaklarından gidermek zorunda kalıyor olmanıza hayıflanmıyorsanız, şu talihsiz son misalden sonra bile “evet evet, aynen öyle” demekten kendinizi alamıyorsanız, bu durumu anlatmanın da ne kadar zor olduğunu tahmin edersiniz. Gözlerinin belli bir rengi yoktur. Bazen siyah, bazen yeşil olurlar. Siz onun gözlerine baksanız “siyah” ya da “yeşil” dersiniz. Bana gelince, onlara bir saniyeden daha uzun bakamadığım için ne renkte olduklarını bir türlü anlayamam. Ya o bakışlar… Sizi resminizi çizen bir ressamın karşısındaymışsınız gibi kıpırtısız bırakır. Bakışları puhu kuşu kadar dokunaklıdır. Kirpiklerinin rengi siyahtır. Bakmayın, sallıyorum şuan. Kirpik rengi genelde siyah olduğu için öyle söyledim, yoksa bildiğimden değil. Kirpik renginin genelde siyah olduğunu da kafadan attım. Ya kaşları… Ah, o ne güzel şekildir öyle… Tek bir çizgi halinde, kuyruğu gözlerinin yanına kıvrılan tatlı bir solucanı andırırlar. Yüzünün bir bütün halinde nasıl göründüğünü, neye benzediğini, güzelliğini bilen varsa söylesin. Beni geçin… Yeterince bakamadığım için bilmiyorum. Resmine bile bir saniyeden uzun bakamadığım birini size nasıl anlatayım. Üstelik resminde de arkası dönük, yüzü bile görünmüyor. Şu da var ki güzel bir varlığı tarif etmeye yeltenmek maalesef boyumu hayli aşıyor. Sevgilisinin kaşlarını solucana benzeten bir adamdan ne hayır gelir. Ama… Ya o eller… İnsanın mezarını kazacak kadar güzeller. İki zarif elde toplanmış on narin parmağa ne demeli. Gerçekten ne demeli? Neye benzetmeli onları? Fil hortumuna mı, sinek kuşunun gagasına mı? Kalınlarsa öküz boynuzuna mı, incelerse fare kuyruğuna mı? Sus artık Allah kahretsin. Saat altıyı on geçiyor. Yarım saat içinde gelir. Yedide gidecek. Elli dakika sonra idam edileceğini bilen bir mahkumla pek çok ortak noktamız olduğunu düşünüyorum. Elli dakika… Toplamda yedi seneyi bulan saklı bir öykünün son elli dakikası…
Aralarında belli bir mesafe bulunan on iki sıradan birinde oturuyordum. Ortalarda bir yerde sayılırdım. Saat beşte gelmiştim. Bir bu sıra boştu. Oturduğum sırada başım öne doğru eğik, yere bakarak düşüncelere dalmış bir haldeyken yan tarafımda bir insanın oturuyor olduğunu fark ettim. Acaba o mu gelmişti? Heyecanla saate baktım. Altıyı çeyrek geçiyordu. Hayır, bu o olamazdı. Yedide gideceğine göre en iyi ihtimalle altı buçukta gelirdi. Zaten beklemeyi sevmezdi. Fakat… Ya şöyle bir durum varsa… Ne? Duyan da… Belli mi olur… belki… belki benim için erken gelmiş olabilirdi. Gitmeden önce benimle daha fazla vakit geçirmek istemiş olamaz mıydı yani! Olamaz mıydı? Yok canım. Düşündüğüm şeye bak. Ama… olur mu olur. Eğer böyleyse, bu henüz her şey bitmemiş demek olacaktı. Madem benim için erken geldi, öyleyse yine benim için, gitmekten de vazgeçebilirdi. Küçük ev… Evet, o küçük evi düşünmenin tam vakti. İki dağın arasında, hemen önünden derin olmayan ve dibi görünen bir nehir akan, kiraz ve incir ağaçlarının ortasında, bahçesinde yüzlerce farklı çiçek türünün aynı anda açtığı, hemen yanında birkaç asırlık suyu soğuk bir çeşme bulunan, önünden ceylanların geçtiği, bahçesinde kuzuların otladığı, damında akbabaların tünediği küçük bir ev… İki pencereli, iki kapılı, iki odalı… İçinde iki insan yaşıyor. Hanımefendi kahve yapmış. Genç adam iki sandalyeyi ve küçük masayı açık bulunan pencerenin önüne koymakla meşgul. Belli ki birazdan muhteşem bir manzaraya karşı kahvelerini yudumlayacaklar. Birlikte oldukları için şükredecekler. Bütün sevenlerin kavuşması için dua edecekler. Tüm insanlığı ku… Bu kim lan? Yanımda ağzındaki tarihi geçmiş sigarasıyla bana doğru bakıp sırıtan bir adam oturuyordu. Bunca güzel hayalin akıbeti bu mu olacaktı? Neler ummuştum oysa. Belki benim için erken gelmiştir diye nasıl da mutlu olmuştum. Belki beni… Her akşam hayalini kurduğum küçük evi hatırlamış
, heyecandan nasıl da kendimden geçmiştim.
Sağ avucum yine kaşınmaya başlamıştı. Adam durmadan bana bakıyor, birkaç santim kalan sigarasından hala duman çıkıyordu. “Takasa var mısın” dedi bana. Birden yere eğilip iki dakika kadar anlaşılmaz şeyler mırıldandı. İki eliyle yeri taramaya başladı. Yerde bulduğu orta büyüklükte bir taşı aldı. Doğruldu. İçinde taş olan elini bana doğru uzattı. “Bana bir sigara ver
, sana bunu vereyim” dedi. Şaşkınlıkla adama bakarken içimden talihim hakkında ileri geri konuştum. Bahtımın arkasından atıp tuttum. Sigarayı bir süre önce bırakmıştım. Bu ne biçim bir talihti böyle. Sigarayı bırakmamış olsam böyle bir fırsat geçmezdi elime. Bıraktım ya, fırsatlar üst üste geliyordu. Ona sigara kullanmadığımı söylediğimde ekşiyen yüzünü benden çevirdi. Belli ki çok kızmıştı bana. Nereye olduğunu önemsemeden taşı fırlattı. Taş on metre kadar ötede yürüyen bir ihtiyarın sırtına çarpıp yere düştü. İhtiyar geri döndü ve göz göze geldik. Taşı yerden alıp bana fırlattı. Kullandığı argo kelimeler, kafamı yarma niyetiyle taşı attığını ispatlıyordu. Neyseki denk getiremedi. Söylene söylene gitti. Bay Takas’a baktım. Artık tütmeyen sigarasını ağzından alıp öfkeyle yere attı ve ayaklarıyla da bir güzel çiğnedi. Bir süre sessizce oturdu. Sonra çiğnediği sigarasını yerden alıp tekrar ağzına attı ve yakmak için çakmağını çıkardı. Bu sefer de çakmağı yanmıyordu. Saate baktım. Altı buçuğa yaklaşmıştı. Sevgilim her an gelebilirdi. Bir anda heyecan kapladı içimi. Nefesim kesildi. İçimden bile kesik kesik konuşuyordum. Bay Takas hala yanımdaydı. Hemen etrafa baktım. Ne yazık ki tüm sıralar doluydu. Oturacak hiçbir yer yoktu. O geldiğinde yanımızda başka birinin olmasını pekala istemezdim. İşe bak, veda gibi ağır bir yükün altında bile farklı sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalıyordum.
Bay Takas’ın bir an önce buradan gitmesi gerekiyordu. Ama öyle bir oturmuştu ki sıraya, sanki dersin geceyi burada geçirecekti. Bir şeyler yapmalıydım. “Çakmağınız bittiyse gidip onu doldurabilirsiniz” dedim ona. Bir süre sonra yalvaran bir tonla ekledim, “hem orada sigara da bulursunuz.” Bay Takas’ın beni dikkate aldığı yoktu. “Git ulan” da diyemezdim adama. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sevgilim birkaç dakika içinde burada olabilirdi. Gidiş saatini bu sırada oturup bekleyeceğimize göre yanımızda bir başkasının olması çekilecek şey değildi. Ne olursa olsun Bay Takas gitmeliydi. Aklıma berbat bir fikir geldi. Hemen cüzdanımı açtım. İçinde beş tane yirmilik vardı. Tüm param buydu ve yaklaşık bir ay boyunca bu parayla geçinecektim. Hepsinin yirmilik olması korkunç bir şeydi. Cebimde bozuk elli kuruş ya da bir lira olmadığı gibi maalesef beşlik ya da onluk da yoktu. Ne biçim bir çıkmazdı bu. Başka bir fikir, başka bir yol aklıma gelmiyordu. Vakit zaten dardı. Bir tane yirmilik alıp titreyen elimle Bay Takas’a uzattım. “Lütfen kabul edin” dedim. “Bununla kendinize birkaç paket sigara alırsınız. Çakmağınızı da doldurursunuz. İsterseniz yeni bir çakmak alırsınız. Bana gelince… Arada bir beni hatırlar, geçici arkadaşlığımızı hayırla yad edersiniz. Ne olur bir şey söylemeyin. Bir teşekkürünüzle bile olsun beni mahcup etmeyin. Beni utandırmamak için lütfen gidin.” Yüzümün tamamına yaymaya çalıştığım alçakgönüllü bir ifadeyle son cümleyi söylerken göz ucuyla da ona baktım. Bay Takas yirmiliği aldı. Evirip çevirdi. Utanmadan sahte olup olmadığını kontrol etti. Sonra da cebine attı. Yüzünde herhangi bir değişik ifade, ne bileyim, bir sevinç belirtisi filan yoktu. Sanki sıradan bir şey yaşanmıştı az önce. Teşekkür de etmemişti. Teşekkürde değildim ama bir dakika geçmesine rağmen Bay Takas yine eskisi gibi yere bakarak oturmaya devam ediyordu. Gitmiyordu adam. Tepemden aşağıya kızarmaya başladım. Yok, bir türlü gitmiyor, gideceğe de benzemiyordu. “Gidip kendinize sigara alsanıza” dedim ona. “Yirmi liranız var. İnsan yirmi lirası varken bu külüstür yerde bir saniye bile durmaz. Hemen gider uzaklaşır buradan. Hem de hemen.” Cümlem bittikten sonra hafif bir kahkahayla sözlerimi destekledim. Bay Takas ne bana bakıyor, ne de söylediklerime cevap veriyordu. Endişeli gözlerle etrafa baktım. Sevgilim belki de birkaç yüz metre öteden geliyordu. Kafamda inanılmaz güzel ayak sesleri çınlıyordu. Bu onun hayali ayak sesleriydi. Hemen cüzdanımdan bir yirmilik daha çıkarıp Bay Takas’a uzattım. “Hayvan değil ya, bu sefer gider” dedim içimden. Elimden aldığı yirmiliği cebine attığı gibi yeniden kös kös oturmaya devam etti. “Allah senin…” dedikten sonra tuttum kendimi. Öksürdüm. Sakin kalmak için büyük bir mücadele vererek, “insan kırk lirayla neler yapmaz ki” dedim. “Gider önce bir çay içer, sonra da kalitelisinden bir sigara alır. Orijinalinden de bir çakmak koyar cebine. Ama en önemlisi gidip şehri gezer. Çay bahçesine gider, parka gider, belki bir tekne kiralar denize açılır. Kırk lirası olan birinin bulunmayacağı tek yer terminaldir. Düşünsene kırk liran var ama hala böyle bir yerde oturmuş bekliyorsun. Korkunç geldi değil mi? İşte böyle bazen acayip insanların acayip işleri olabiliyor.” Hala bana bakmıyor, dinlemiyordu beni Bay Takas. Bir yirmilik daha çıkarıp verdim ona. Bay Takas yine yerinden kıpırdamayarak, altmış liranın bir kuruşunu dahi hak etmediğini itiraf ediyordu. Kaya gibi ağırlaşan elim bir yirmilik daha sundu hazrete. Yine aynı şey oldu. Sinirden deliye döndüm. Öfkem gözlerimi kararttı. Seksen liramı aşıran adama iltifat ediyor, karşısında şekilden şekle giriyor, içimdense kendi kendimi yiyordum. Olympia’daki Zeus heykeli gibi kımıldamadan oturuyordu Bay Takas. Strabon’a göre Zeus ayağa kalkacak olsa tapınağın çatısını yıkardı. Bay Takas ayağa kalksa yan tarafında bulunan elektrik direğinin lambasına bile değmezdi başı. O halde neyin peşindeydi bu adam? Hala umudumu yitirmemiştim. Gel gör ki bana mısın demiyordu Bay Takas. Kalan son yirmiliği de ona uzattım. Alıp cebine atarken yüzünde sevinmiş, hoşnut olmuş, memnun kalmış bir ifade bulurum diye boş yere bekledim. “Ulan bu parayla gidip pipo bile alırsın” dedim ona. “Ne piposu, tütün tarlası satın alırsın. Git artık. Allah aşkına git.” Saate baktım. Altıyı otuz yedi geçiyordu. Terminalin giriş yönünden, yaklaşık otuz metre ilerden sevgilim geliyordu. Hemen kimliği içinden alıp cüzdanımı verdim Bay Takas’a. Peşinden de kolumdan çıkardığım saati… Ne yaptığımı bilmiyordum. Arabam olsa anahtarını bile verirdim. “Yalvarırım git” dedim ona. “Onun dışı altın ve fildişiyle kaplıydı. Sen de bugün kazandıklarınla pekala şu pejmürde kılıktan kurtulabilir, piponu içerken yeni ceketin, yeni gömleğin, yeni kravatınla boy gösterebilirsin. Senin o heykelden neyin eksik.” Bay Takas uzun bir süre sonra ilk defa tepki verdi. Ayakkabılarıma baktı ve bağcıklarını istedi. Düşünecek zaman yoktu. Çıkarıp bağcıkları da verdim ona. Sevgilim yaklaşıyordu. Bağcıkları cebine atan Bay Takas hala gitmeyerek, yapıldıktan bin sene kadar sonra Zeus heykelinin başına gelenleri onun için de dilememe neden oluyordu. Bir çakmağım olsa düşünmeden tutuştururdum Bay Takas’ı.
(Devam edecek)
Kerim Salih
Bir Cevap Yazın