Yola çıkmadan evvel kalpağımı arıyor gözlerim. Evde kim bilir nereye koydum? Hayır, hatuna sorsam bir sürü laf söyler şimdi. Kendisinde cümleler, kelimeler hiç tükenmez maşallah. Olsun, onu yine de çok severim. Sadık, merhametli biridir. Tabii zamanında az peşimden koşmadı. Neyse duymasın, yoksa yine o ”Beni ne doktorlar, mühendisler istedi’ isimli şiirini okumaya başlar, neme lazım… Eh biz de bir zamanlar hiç fena sayılmazdık. Doktorundan, mühendisine (hem de matematik mühendisi) kimler vurulmadı ki bu sırma saçlı, dalyan gibi delikanlıya. Şimdi bakmayın, saçlar ufaktan döküldü, belimiz de büküldü sayılır. Eh benim gibi ömrü hırsızın, uğursuzun peşinde geçmiş birisi için bu kadar yıpranmışlık normal tabi. Birçok arkadaşım toprak altında yatıyor. Bir kalpaktan mevzu nerelere geldi. Demek yaşlanınca böyle oluyor insan; hafiften kayış atıyor, ne yaparsın işte. Neyse, çocuklar da birazdan gelir. İyisi mi elimi çabuk tutayım da şu kalpağı bulayım. Hatun muhtemelen abdest alıyor; takva ehli bir kadındır. Az da cümleleri idareli kullansa veliyullah diyeceğim.
Efendim evimiz Beylikdüzü’nde; buraya 2015’te yerleştim. Aradan geçmiş 54 yıl. Kadir Topbaş için hâlâ belediye reisliği yapıyor, DİYORLAR. (Erkan TAN style)
Oh çok şükür, biri korna çalıyor, geldi bizimki. Yahu sene olmuş 2069, sen ne kornasından bahsediyorsun dediğinizi duyar gibiyim? A benim yarım ağızlı, benim çokbilmiş, cehaletin mücessem hâli evladlarım, bir durun, bir durun da izâh edeyim. (Asabi bir ihtiyar olduğumu anladınız değil mi?) Eskisi gibi değil, bizim oğlan arabanın kornasına dokunduğu an bizim evin zili çalıyor. İnanır mısınız mehter marşından vazgeçemedik. Gençliğimde de böyleydim ben.
İşte gelen delikanlı benim ilk oğlum Şamil. İsmini ben verdim. Anası tutturdu yok babamın ismini koyalım da yok dedemin ismini koyalım… Hayır, benim rahmetli dedemin ismi Topuz, ısrar etmenin ne âlemi var? Allah hepsine gani gani rahmet eylesin. Şamil doktor oldu; onun bir ufağı Enver Âgâh da mühendis. Hem yedim hem yedirdim, hem giydim hem giydirdim çok şükür; bakmayın siz şimdi babalarını kıymetini bilmediklerine. Beni çok ararlar…
Şamil oğlum, öyle bakma, tut şu babanın elinden diyorum, hemen geliyor. Aferin. ‘’Elinden tutanların çok olsun. Şu nabzıma da bir bakmadın ama’’ dememe kalmıyor: ”Yahu baba, bir şeyin yok, yemeğe dünya kadar tuz atarsan olacağı bu!” diye karşılık veriyor kerata. Bana, babasına, insan bunu der mi hiç! Tuh senin diyecek oluyorum, aklıma ilk defa bana baba dediği gün geliyor. Kalbim duruluyor. Hele ona aldığım ilk bisikletiyle komşunun çocuğuna çarptığı gün yok mu? Komşunun oğlu iki seksen serilmişti yere. Çocuğun babasının kick boksla ilgilendiğini o gün öğrendim. Ahhh, ne hareketli gündü. Ben bunları düşünürken bizim Şamil, hâlâ yemeğimin tuzundan bahsediyor, tamam diyorum, uzatma, sana da bir şey sorulmuyor. Anlayacağınız her baba oğul gibi, arada sırada tartışıyoruz. Olur o kadar. Bu arada hatun çıkageliyor, abdestini almış, her zaman olduğu gibi surelerini okuyor, duasını ediyor yola çıkmadan evvel.
Şimdi nasip olursa gidip ziyaret edeceğimiz talihli insan benim kadim dostum Ahmet. Üsküdar’da oturuyor. Benden 3 yaş küçük. Profesördür. Ödül üstüne ödül alıyor hâlâ. Geçen yıl
, yılın ilim adamı ödülü kendisine takdim edildiğinde şöyle bir şey demişti: ”Ödülü bendenize layık gören herkese ve tüm dostlarıma teşekkür ederim.” Yani teşekkürü bir hayli üstüme alındım desem yeridir. İşte böyle de tevazu sahibi bir insanım. Tabii konumuz bu değil. Ahmet’e gideceğiz nasipse. Dakik bir adam olduğu için zamanında orada olmalıyız. Gençliğinde de böyleydi bu. Kabataş’ta saat satan zenci abilerin birinden aldığını düşündüğüm saatine bakar bakar, ona göre hayatına nizam verirdi. Hiçbir konuda israfı sevmez, hele hele adına bahşiş denen ‘sömürü müessesesi’ne ayrı bir muhalefet eder husumet beslerdi. Dün gibi hatırlarım Üsküdar Çetesi olarak ara ara gittiğimiz, o zamanki adı Hacı Said olan bir kafe vardı. (Üsküdar Çetesi demişken, bu çete hepi topu dört kişiydi. Şimdi ikisi rahmet-i rahmana kavuştu. ) Yine bir buluşmamızda gaza gelmiş ve arkadaşlarıma bir şeyler ısmarlayayım da ‘günlük cömertlik kotam’ı doldurayım diye düşünmüş olsam gerek; ‘’Yav haydi gidelim Hacı Said’e, hesap da benden!’’ diyerek çetenin geri kalanını cebren ve hile yoluyla yollara düşürdüm. Gitmesine gittik, oturduk bir güzel. Kuş kadar canım var; ben yine bir bardak çay içtim ama bizim çetenin geri kalanı kıtlıktan çıkmış gibi ne buldularsa yemesin mi. Hayır, düşündüğünüz gibi bu bende tedirginlik, stres gibi hissiyata sebep olmadı. Aksine ‘‘Yesinler koçlarım, yarasın aslanlarıma’’ gibi cümleleri -içimden de olsa- söyleme isteği uyandırdı elbette. ‘’İnsan kuvvetli yemeli, sıkı çalışmalı!’’ prensibini seneler evvel otogarda Metin Abi’mle yemek yerken kafama çivilemiştim. Yemekler yenildi, tatlılar mideye afiyetle indirildi. Sıra geldi hesap ödeme vaktine. Ben yalınkılıç bir edayla kasaya ilerlerken Ahmet’in birden cömertliği tuttu -ki bu çok alışık olduğumuz bir şey değildi- ve ‘hesap benden!’ nidasıyla hepimizi şaşırttı. Sesimi çıkarmadım, yoksa cebimde mütemadiyen taşıdığım ve ‘’Abi bozuk yok…’’ cümleme bayraktarlık yapan o zamanın parasıyla 100 TL’yi uzatmaya hazırdım. Buna gerek kalmadı ve Ahmet hesabı ödedi. Muhtemelen hesabı ödedikten sonra ‘şu gençlikte neler geldi cahil başıma’ parçasını bir miktar terennüm etmiştir içinden, kim bilir… Evet, hesap ödendi ver geriye 1 TL ya da yalan olmasın 2 TL mi ne para üstü kaldı. Para üstünü o an için ben aldım ve Ahmet’e uzatırım düşüncesiyle avucumda adeta bir kor tutar gibi tutmaya başladım. Tam o anda bize her zamanki mütebessim çehresiyle ‘yine bekleriz efendim’ kabilinden bir şeyler söyleyen garson arkadaşa baktım ve tereddütsüz bir şekilde Ahmet’in para üstünü kendisine BAHŞİŞ olarak uzattım. Eh, bahşiş vermenin insana verdiği muvakkat özgüven buhar oldu ama esasen Ahmet’in gazabı yeni başlıyordu. 2 TL’nin akıbetini merak eden Ahmet’e ‘ağbi onu bahşiş olarak verdim’ dememle birlikte dakikada 500 kelime yapan çenesi bir açıldı ki gerisini az çok tahmin edebilirsiniz. Şimdi düşünüyorum da ne günlerdi…
Şamil’e arabayı bir tatlıcıya çekmesini söylüyorum, tamam baba diyor, ne diyecek başka. “Elimiz boş gitmeyelim değil mi hatun?” diyorum ama bizim hatun elinden tesbih günlük zikrini tamamlamaya çalışıyor. Olur kabilinden kafasını sallamasını ‘’Elbette al tabi ama çokta tuzlusuna kaçma’’ya yoruyorum. Cebimden çıkarmaya çalıştığım 100 Euro’yu (evet yanlış okumadınız çok şükür ki Avrupa Birliği’ne girdik. Para birimimiz de değişti. Gerçi biz 2050’de AB’ye girdikten hemen 1 yıl sonra AB’nin dağılması çok hoş olmadı ama olsun, para birimimiz Euro oldu hiç yoktan. ) gören Şamil ‘’Aman baba ne yapıyorsun sen? Ben hallederim’’ demesi bir oluyor. Cömert evlattır bizim Şamil, annesine çekmiş. Yani anlayacağınız benim taktik 54 yıl sonra bile işe yarıyor. Oh oh oh, fıstıklı baklava almış. ‘’Aferin evladım, demek Ahmet Amca’nın damak tadını biliyorsun.’’ der gibi bakıyorum Şamil’e. Bizim Ahmet fıstıklı baklavaya, Fenerbahçe’ye, Necip Fazıl’a ve tabii ki Üsküdar’a hayrandır. Fener küme düştü gerçi, Aziz Yıldırım’ın kulüp başkanlığıysa son sürat devam ediyor. En son, Karadeniz yaylalarının büyük bir bölümünü satın alıp kulübe kamp tesisi olarak kazandırdı. Bu da yetmedi 2. stadı bitirdi, ‘ULU ÖNDER AZİZ YILDIRIM STADI’ koydular ismini. Ne adam ya…
Gevezeliğim tuttu. Alakasız konulara daldım. O değil beni hep böyle bileceksiniz. Bilin yahu, gençsiniz. Hatun sağ olsun, her ne kadar geveze de olsam katlandı bana. Hatundan çok bahsediyorum ama bahsedilmeyecek gibi değil. Mantı, kuru fasulye-pilav ve envai çeşit tatlı yapmakta üstüne yoktur amma o bundan da fazlası benim huzurumdur. Hakkını ödemek mümkün mü?
Laf lafı açıyor…
Görünen o ki Marmaray’a kadar gelmişiz. Geçen ikinci nesil Kılıçdaroğlu Marmaray’ın yaya trafiğine neden açılmadığını sormuş. Yahu bunun birincisi de böyleydi
, başka işi yok mu bu adamların anlamıyorum ki. Allah’tan Ergün Diler’in ‘’Marmaray Üzerinde İngiliz Oyunları’ isimli süper yazısı imdada yetişti de millet olayın aslını astarını öğrendi.
Evet elhamdülillah geldik, burası Fıstıkağacı. Burası da Ahmet’in malikânesi. Yukarı çıkmadan önce inşâallah diyorum o neşesi kaçık gelini yoktur. Her gittiğimde bana moruk muamelesi yapmasını içim kaldırmıyor. Neymiş efendim, ne içersiniz demiş de ‘Bana çay!’ demişim sonrasında gelen çayı ‘Ben sana ıhlamur demiştim, bu ne?’ diyerek elimin tersiyle itmişim. Yok öyle bir şey! Tamam, çorabımın biri siyah diğeri lacivert olabilir, tamam dün yediğim yemeği sorsalar ‘oruçluydum mübarek’ diye alakasız bir cevap verebilirim ama hiçbiri beni moruk yapmaz, kimse kusura bakmasın. Şükür ki Ahmet, gelininden dert yanarak bizden taraf oluyor da her seferinde gelin üstünde tahakküm kurabiliyoruz. Yoksa adamı ziyaret dahi edemeyeceğiz. Evet, hatunla Ahmet’in gelini bir odada; ben, Ahmet ve benim iki delikanlıyla Ahmet’in oğlu bir odada. Özlemişiz dememe kalmıyor, Ahmet yine n-f-k.com’dan bahis açıyor ve ‘abi forumlar eskisi gibi değil; millet Face’e Twitter’a yöneldi’ diyerek iyice ihtiyarladığını ispatlıyor. Forumda en son 2022 senesinde 1 kişi online’mış. O da şiirleriyle kalbimizden iz bırakan şiir dünyasının tanımamazlıktan geldiği isim Cilasunlu Mustafa Ağabey. 2023’te de ‘ehl-i kalender’ isimli bir (yeşil) hacker siteyi hackledi ve hâlâ ne demeğe çalıştığını çözemediğim şu dörtlüğü sitenin açılış sayfasına koydu: ‘’Sen bir aslan bense ceylan / Avla beni avla beni! / Sen ateşssin bense sinek / Yak şu teni yak şu teni.’’
Hey gidi günler.
Ezcümle, Ahmet fıstıklı baklavayı afiyetle midesine indirdi. O esnada benim kalp yine teklemeye başladı. Gözümü açtığımda hastanedeydim, hatunla çocuklar neyse ki yanımda. Bu yazımı da müdavimi olduğum hastanenin Haliç manzaralı odalarından birinde yazıyorum. Geçen yıl, yani 83 yaşıma bastığımda hatunun hediye ettiği Apple’ın son ürünü Ipad AİR 2069 yazı yazarken işimi epey kolaylaştırdı. Ona 55 yıl önce doğum gününde hediye ettiğim ilk eti pufun bunlara vesile olacağını nereden bilebilirdim?
Murat İstanbulî
Bir Cevap Yazın