- 1. Bölüm - 2. Bölüm - 3. Bölüm -
“Kız savaşçı ve göçebeydi. Erkek savunmasızdı ve durgun su gibiydi. Erkek kızı sevdi. Kız, sadağındaki ‘sen de kimsin’ okunu çıkarıp nişan aldı. Yay tutukluk yapmadı. Ok ıskalamadı. Her şey olması gerektiği gibi oldu.” Demirci Durmuş
Sude Amerika’ya döneli beş gün olmuştu. Bu beş günde hiçbir şey değişmemişti. Dünya her zamanki gibi çekilmezdi. Amerika yine rüyalar ülkesiydi. Şeker yine tatlı olan birçok şey gibi zararlıydı. Gündelik hayatın fark edilmeyen uyuşukluğu içinde devam ediyordu yaşantı. Gece uyumakla sabah uyanmak arasında nefes alıyordu yaşam. Sabah demişken, yine bir kahvaltı merasimi için toplanmıştı herkes. İnsanın iştahını kabartıyordu manzara. Herkes oradaydı. Bazı kedilerin sıra kavgasıyla uğraşmamak için geceden beri orada beklediği söyleniyordu. Bu kedileri de anlamak mümkün değil. Gören de yeni çıkmış bir büyü romanı için mağazanın önünde bekliyor sanırdı onları. Altı üstü karınlarını doyuracaklardı. Neyin telaşıydı bu. Kediler bir yana sandalyelerde de boş yoktu. Yalnızca bir tanesi boştu, o da Sude’nin oturduğu sandalyeydi. Hanımefendi belki NBA’de oynamamış, Petrol Dili ve Edebiyatı okumamış olabilirdi ama neticede Amerika görmüş bir insandı. Mahalleli kıymet biliyordu. Sude’nin sandalyesi emekliye ayrılmıştı. Bazı münasebetsiz kediler protokolü ihlal etmesin diye
, Sabahattin’in sandalyenin başında nöbet tutmasına karar verilmişti. Sabahattin bu işin üstesinden pekala gelebilirdi. Hatta bir tek o hakkını verebilirdi bu görevin. Değerli bir insandı Sabahattin. Üstün meziyetlere sahipti. Kulaklarını tıkadığında kendi konuşmasını duyamasa da ne dediğini anlayabiliyordu. Hem de bunu dudağını okumadan yapıyordu. Tuhafiyeci Sami’nin dediği gibi : “Sabahattin’i tut Louvre müzesine koy… Louvre… müze… Sabahattin’i oraya koy… sen iyisi mi çay koy Sabahattin!”
Kahvaltı başladıktan sonra her masadan da bir ses çıkmaya başladı. Masalardan birinde çok ciddi bir konu tartışılıyordu. Balıkçı Rasim, kafasındaki sargı açıldıktan ve yarası iyileşmeye başladıktan sonra ilk kez böyle tane tane ve rahat konuşuyordu. Rahat konuşmasının nedeni, karısının fırında pişirdiği pastalara bakmak için birkaç dakikalığına eve gitmesiydi. Kafasındaki yaranın nedeni ise bu rahatlığının sebebini daha net bir şekilde ortaya koyuyordu. Bir ara gitar kursuna başlamıştı Balıkçı Rasim. Ne yapsın, heves etmişti adam. Tabii bu bir tek kursta çalınmıyor, öğrenmek için evde de çalmak, üzerinde çalışmak gerekiyor. Yara da buradan açılıyor zaten. Karısı, kafasının şiştiğini öne sürerek gitarı Rasim’in kafasında kırıyor. Bizim Rasim, başına gelene ağlamak yerine, gitarın kafasına temas ettiği o anda çıkan sesin en güzel müzik bestesinde bile duyulmayacak kadar muhteşem olduğuna inandırıyor kendini.
Balıkçı Rasim : Gençler merak ediyor tabii… Ben de anlatıyorum elimden geldiğince. Bir evliliği ayakta tutmak kolay mı? Elini masaya vurduğun gibi sokaktan duyulacak sesi.
Tuhafiyeci Sami : Elini masaya vurmanın müzikal bir karşılığı yok ki. Neydi o müzik aleti, kafaya vurulunca harika bir ses çıkarıyor hani?
Nedim : Piyano.
Tuhafiyeci Sami : Yok, telli bir şeydi sanki.
Nedim : Saz.
Tuhafiyeci Sami : Nedim git Allah aşkına.
Balıkçı Rasim : Makul bir sertlik her zorluğun üstesinden gelmede yardımcı olur. Diyelim sürekli karşı çıkıyor, hiç söz dinlemiyor. Yapma diyorsun yok, etme diyorsun yok. O zaman elinin tersiyle… (Balıkçı Rasim burada yeri sarsa sarsa gelen karısını görüyor) Değerini bilin oğlum, evlenirseniz hanımınızın değerini bilin. İş sadece çiçek almakla falan bitmez. Dünyanın bütün çiçekleri onun bir güler yüzünün kenarından geçemez. Bırakın her şeyi, sadece onu anlamaya çalışın. Ben mesela… Burada kendimi övmek istemiyorum ama… karımı, her şeyimi, o güzeller güzelini anlamaya çalışıyorum. Bana evlilik hakkında soru soran gençler var aranızda. Size ne anlatıyorsam; hanımımın anlattıkları, daha doğrusu benim ondan anladıklarımdır.
Memduh Keman : Ne diyor bu?
Cemil : Yabancı dil bilmediği halde çevirmenlik yaptığını söylüyor.
Berber Metin : Ben karımı çok net anlıyorum. Bunun için çaba da sarf etmiyorum. Sadece “hayır” diyor bizimki. Başka da bildiği bir kelime yok. Şöyle olsun, hayır; böyle olsun, hayır… Dediklerimin tam tersini de söylesem onlara da hayır diyor. Ondan duyduğum tek evet nikah masasındaydı. Ona da hayır diyecekti de ailesi devreye girip bir saatte zor ikna ettiler onu. Yani karım diye söylemiyorum her akşam eve iki kilo hayırla gelir. Ne düşüncelidir o… Hey gidi…
Bir diğer masada bütün ilgi Denizci Tayfun’un üzerindeydi. Denizde geçen üç ayın ardından yeni dönmüştü Tayfun. Bir gitti mi en az üç ay dönmezdi zaten. On gün kadar kalır sonra yine giderdi. Her gelişinde soru yağmuruna tutulurdu Tayfun. Denizde aylar boyunca kalmak nasıl bir şeydi, deniz tehlikelerle dolu muydu, hiç tehlike atlatmış mıydı, başından ne tür maceralar geçmişti, Moby Dick’i görmüş müydü, hangi okyanus daha mavi, hangi liman daha sakin, hangi bahane avutur bilmem, hangi günahın bedeliydi bu? Gilliatt’ı, Adam Kayası’nı, o civarda batan o buharlı gemiyi, o geminin dünyadan daha ağır motorunu, oradaki o eşine az rastlanır mücadeleyi, ahtapotu, evet o ahtapotu bile soran vardı Tayfun’a. 90 yaşını aşmış dedelerden gelen sorular daha sağlıklıydı : Boğazlar sorunu hallolmuş muydu, Preveze deniz savaşı nihayete ermiş miydi, Kaptan-ı Derya kimdi? Heybesinde sitem bulunan sorular, ya da soru görünümlü sitemler de oluyordu Tayfun’a : Gelirken bir mürekkep balığı, bir kaplan köpek balığı olsun getiremez miydi? Adam sonuçta on gün kadar kalıyor, bir gitti mi kolay kolay dönmüyordu. Ne sorulacaksa bu on günde sorulacağından, fırsatı değerlendirmek istiyordu herkes. Bu durumun, içinden çıkılmaz bazı sonuçlara da yol açtığı oluyordu maalesef. Bu on günün ilk iki günü deniz hakkında geliyordu sorular. Kalan günler ise edebiyat, cebir, kimya, tarih, sosyoloji gibi alanlardan geliyordu. Bir keresinde kahvede 120 soruluk bir sınava sokmuşlardı Tayfun’u. Sınav sonucunu Demirci Durmuş hesaplamış, 100 üzerinden 2 puan almıştı Denizci. Başında üç tane gözetmen olmasına rağmen kopya çekmiş olabilirdi namussuz. Soruları hazırlayan heyette bir hain de olabilirdi. Önceden soruları Tayfun’a ulaştıran bu hain kimdi? Şüpheler bir kişi üzerinde yoğunlaşmıştı. Mahalledeki hafiyelik teşkilatından kaçmazdı bu. Rasim balık sattığına, Tayfun denizci olduğuna, balık denizde yaşadığına, Tayfun’un denizden getireceği envai çeşit balığı Rasim tezgahında satabileceğine göre suçlu Marangoz Hayri’ydi. Parmaklar bir ok gibi ona çevrildiğinde, beti benzi attı marangozun. “Söyle neye, bir kılıç balığına mı sattın bizi?” gibi ağır ithamlarda bulunuyorlardı ona. Zavallı Hayri, suçsuzluğunu ispat edemeyecek kadar masumdu.
Öte yandan Tayfun’un anlattığı şeyler de en az kendisine yöneltilen sorular kadar enteresandı. O sabah da denizde başından geçen maceralardan birini anlatıyordu. Konuya bir müjdeyle başlamış, geminin ikinci kaptanlığına getirildiğini söylemiş, herkes tarafından tebrik edilmişti. Görevi güverte temizliği olan bir tayfanın birdenbire ikinci kaptan olduğunu söylemesinde ne gibi bir tuhaflık olabilirdi ki? En ufak bir şüphe kırıntısı varsa bile bunu süpürüp ortadan kaldıracak bir açıklamada bulundu Tayfun. Başından geçen macera da buydu zaten :
“Bizim gemi kocamandır. Yarım metre uzağından çeksen bile, yine de fotoğraf karesine sığmaz. Pruvada kartopu oynar, pupada güneş kremi sürersin. İkisinin arası bir futbol sahasından uzundur. Dünyada bizim geminin boy ölçüşemeyeceği tek saha Tsubasa’nın futbol oynadığı sahadır. Onu hariç tutalım. Sancakla iskele arası 20, geminin yüksekliği 50 metre. Lumbuzları bile gümüşten. Böyle bir gemide ikinci kaptan olmayı hayal bile edemezdim. Ama bugün sevgili dostlar… O geminin ikinci kaptanıyım. Şimdi hepiniz merak ediyorsunuzdur nasıl oldu diye. Ben böyle bir şey daha önce yaşamamıştım. Denizde başıma gelen en olağanüstü maceraydı bu. Fırtınaya yakalanmıştık. Dalgalar her yandan gemiyi dövüyor, tayfalar korkuyla sağa sola kaçışıyordu. Koca dalgalar gemiyi küçük bir çocuk gibi havaya kaldırıyor, sonra birden çekiliyor ve gemi oldukça yüksekten denize düşüyordu. Kıyıdan bakanlar bizim gemiyi görebilseydi, denizin ortasında dev bir kanguru olduğunu zannedebilirdi. Gemide panik havası hakimdi. Kimse ne yapacağını bilmiyor, herkes sonunun geldiğini düşünüyordu. 40 metre kadar ilerimizde bir girdap, gökyüzünden bulutları çekiyordu. Geminin direkleri yıkılmaya başlamıştı. Batmak üzereydik. Korkuyla sonumuzu bekliyorduk. Derken kaptan çıkageldi güverteye. Yüzü bembeyazdı. Sanki elinden sadece gemisi değil, bütün dünyası alınmış gibiydi. Öyle kötü bir hali vardı ki, durumun korkunçluğunu bir kenara bırakıp onun haline üzüldük. Teselli etmeye çalıştık onu. Fakat kaptan gemiye, hava durumuna veya batma ihtimaline değil başka bir şeye üzülüyormuş. Kendisi için bu gemiden, bu gemiyle beraber dünyadaki tüm gemilerden daha önemli bir şeye… Pruva’ya yakın bir yerde sancak tarafından denize doğru uzattığı parmağını. Hepimiz oraya baktık. Bir de ne görelim… Balon. Hani şu ilkokulda sınıfı süslerken şişirdiğimiz küçük, şirin, renkli balonlardan biri. Bizim kaptan balon hastasıdır da. Her sefere çıkarken yanına bunlardan en az iki düzine alır. Kaptan kamarasını, bazen de güverteyi onlarla süslerdi. Havaya atıp oynadığı da olurdu. İşte bu balon, denize düşen bu balon son balonuymuş. Diğerlerinin hepsi patlamış. Buradan sağ çıkar mıydık bilinmezdi ama daha bir hafta denizde kalacaktık. Bu son balon da giderse kaptan krize girebilirdi. Denize düşen şey bir tayfadan, geç tayfayı, kaptanın bir yakınından farksızdı. Kritik bir an yaşanıyordu. Bir anda attım kendimi o kaynayan denize. Balon gemiden 20 metre kadar uzaktaydı. Gittikçe de uzaklaşıyordu. Sanki yüzme biliyordu şerefsiz. Güvertede bağrışmalar oluyordu ama duymuyordum. Balona dikkat kesilmiştim. Dalgalarla boğuşa boğuşa yüzdüm ona. Kaç litre su yuttuğumu umursamadan vardım yanına. Şişirilen yerinden tuttuğum gibi gemiye doğru yüzmeye başladım. Geri dönmek daha zor oldu. Birkaç litre daha su yuttum. Kulaç atamayacak kadar ağırlaşmıştı kollarım. Yarım saatte dönebildim gemiye. Güverteye çıktığımda herkes beni alkışlıyordu. Yorgunluktan bitmiştim. Kendimi yere bıraktım. Nefes nefese kalmıştım. Konuşamıyordum ama olan biteni seyrediyordum. Tayfalar başucumda hala beni tebrik ediyor, cesaretimi övüyorlardı. Kaptan balonu eline almış, onu yaramazlık yapan küçük bir çocuk gibi azarlıyordu. Fırtına dinmeye başlamıştı. Deniz sakinleşmişti. Batmayacaktık. Kaptan yanıma geldi, tayfaların huzurunda beni ikinci kaptan ilan etti. Havalara uçmuştum. Beş kuruşluk bir balon sayesinde ikinci kaptan olmuştum. Sonra kaptan balonu getirdi. Bana dönüp, “sana ödül verdik” dedi, “buna da ceza gerekir.” Cebinden çıkardığı iğneyle balonu patlattı. Sonrasını hatırlamıyorum çünkü bayılmışım. Tayfaların söylediğine göre bayılmadan önce “yapma” diye bağırmışım. Ayıldıktan sonra artık farklı düşünüyordum. Beş kuruşluk bir balon yüzünden canımdan olabilirdim.”
O sabah bir kişi hariç herkeste apayrı bir heyecan vardı. Akşam Nedim’e kız istemeye gidilecekti. Sabırsız bir heyecan, tatlı bir telaş vardı herkeste. Bu müşterek heyecana, bu ortak coşkuya katılmayan tek kişi Nedim’di. Bunun çok tuhaf bir nedeni vardı. Akşam kendisine kız istemeye gidileceğinden haberi yoktu Nedim’in.
- Yazının beşinci bölümü için tıklayın -
Ahmet Memnun
Bir Cevap Yazın