BULMAK NE ZOR
Servetim hızla azalıyor. Günlerdir iş arıyorum. Bir tane bile olsun bulamadım. Hep öyle oldu zaten. Geçenlerde tırnak makasımı kaybetmiştim. Haftalar süren aramalarıma rağmen bulamadım. Sonra çok sevdiğim, saygı duyduğum bir süveterim vardı, onu da uzun uğraşlara rağmen maalesef bulamadım. Bunlar bir tarafa, yirmi seneyi geçti, hala ilkokul önlüğümü bulamıyorum. Yok, hayal oldu, yitip gitti önlük. Ben bir şey arıyorsam, onu ebediyen kaybettim demektir. Hem bir laf vardır hani, bir şeyi arıyorsan bulamazsın da aramazsan mutlaka bir yerde karşına çıkar diye. Bu, iş için de geçerli olabilir mi acaba? Bilmiyorum ama birkaç gün denemeye değer.
HEY TAHTA KURDU, BUGÜN YİNE BİR İŞİN UCUNDAN TUTAMADIM
Hala inanamıyorum. İşi almıştım, iş avucumdaydı ama… Bu işverenler, bu müdürler, bu toprak sahipleri, bu efendiler… Bu, ağızlarından pipo, göbeklerinden kilo eksik olmayan adamlar ne biçim insanlarmış öyle. Biliyorum, artık bir önemi yok, fakat hevesimin kursağımda kalması kötü oldu. Kucakladığım iş bir hayal gibi süzülüp gitti kollarımdan. Her şey yanından geçtiğim bir lokantanın camında “Bulaşıkçı Aranıyor” yazısını okumamla başladı. Daldım lokantaya. Masalar müşterilerle, masaların etrafı garsonlarla doluydu. En az yarım asırlık bir lokantaydı bu. Eşyalar yeni olmasına yeniydi ama lokantaya sinmiş bir eski zamanlar kokusu alınıyordu havasından. Masalar ceviz ağacından olmalıydı. Kestane de olabilir. Sandalyeler için aynı şeyi söylemek mümkün değildi zira bacaklarındaki metaller ne kadar gizlemeye çalışsa da kendini ele veriyordu. Duvarlar maviye boyanmıştı. Duvarlarda yemek resimleri vardı. Lokantaya girdiğimde ilk izlenimlerim… Ne izlenimi, sabahtan beri iş ararken yürümekten dizlerim şişmiş, kemiklerim zayıflamış, karnım birbirine geçmişti. Etrafla filan ilgilenmemiştim hiç. Bu detaylar daha önce gittiğim bir lokantadan kalmış olmalı aklımda. Gerçi çevre kontrolüm, manzara kaydedişim sıfırdır. Bilemiyorum, ya gözüme çarpan küçük bir detay bana bunları yazdırdı ya da kendi kendime sorduğum “nasıl bir lokantada çalışmak isterdiniz beyefendi?” sorusuna verdiğim hayal yüklü bir cevaptı. Ne olursa olsun, iş uçup gitmişti elimden.
Garsonlara durumu izah edince beni kasanın yanında ayakta dikilen işyeri sahibinin yanına götürdüler. Bitkinliğime eklenen heyecanla nefesim kesilmek üzereydi. Şimdi sırası değildi bunun. Paralar suyunu çekiyordu. Kötü günler uzak değildi. Sertaç Bey’in karşısında kendimi biraz toparlamaya çalıştım. Sertaç Bey lokantanın sahibiydi. Adımı söyledikten sonra bunun geçici bir tanışma olmamasını umut ettiğimi belirttim. Bu işi çok istediğimi anlatırken de hala niye yaptığımı anlamadığım bir şey yaptım. Sertaç Bey’e akıllı bir tavşanın aslanı nasıl kandırdığına dair eski bir hikaye anlattım. Allahım… Bu işe çok ihtiyacım olduğu gerçeğiyle ne alakası vardı bu hikayenin, bu tavşanın.
Sertaç Bey bu işte deneyimli olup olmadığımı sorunca bastım kahkahayı. Bu işi yaparken hiç zorlanmayacağımı, işin çok basit olduğunu dilim döndüğünce söyledim ona. Ardından beni lokantanın bulaşıkhanesine götürdü Sertaç Bey. Üst üste birikmiş yağlı tabakların, kirli bardakların, lekeli kaşıkların, tozlu çatalların ortasında buldum kendimi. Dar bir yerdi bulaşıkhane ama hiç yadırgamadım. Sevmiştim bu küçük odayı. Normal bir zamanda olsa para almadan bile çalışırdım burada. Fakat paraya ihtiyacım vardı. Hadi ben mühim değildim, az yemek yerdim zaten ama evde bakmakla yükümlü olduğum bir tahta kurdu vardı. Sonra pencere kenarında özlemle beklediğim o harika kuş. O da gelirse, ki gelecekti, evin boğaz masrafları artacağından mutlaka iş bulmalıydım. Sertaç Bey’le para konusunda anlaştık. Günde 20 lira alacaktım. Yemekler de bedavaya gelecekti. Sevincimden ne yapacağımı bilemedim. Hayırlı olsun diyen Sertaç Bey yanımdan ayrılınca önce tüm bu olanlara inanamadım. İşi çabucak almıştım.
Çalışanlardan biri eldiven getirip bana verdiğinde şaşırdım. Ne işime yarayacaktı ki eldiven? Eldivene gerek yoktu ama yine de çalıştığım lokantanın titiz olması beni gururlandırdı. Herkes yanımdan ayrılınca hemen işe koyulmak istedim. İlk günümde nasıl istekle çalıştığımı gösterecektim onlara. Elime birkaç tabak aldım. Sonra örtüyle kapatılmış tezgahın altına baktım. Yoktu… Bu küçük odada nerede olabilirdi acaba? Baktım, baktım… Yok, hiçbir yerde yoktu. Küçük aşhanemden çıkıp yemek kazanlarının olduğu yerde de aradım. Yine yoktu. Oradan da çıkıp elimdeki yağlı tabaklarla içeriyi kolaçan eden Sertaç Bey’in yanına gittim. Lokantanın tam ortasındaydı. Sertaç Bey beni görünce gülümsedim. Her yerde aradığımı ama bulamadığımı, bulaşık makinesinin nerede olduğunu sordum ona. Kovulmam böyle başlarken umutlarım böyle son buldu. Sertaç Bey, müşterilerin de duyabileceği bir şekilde beni kovduğunu söyledi. Başladığım işin ilk dakikalarında kovulmak beni öyle bir hale soktu ki tek kelime edemedim. “Neden?” bile diyemedim. Tabakları aşhaneye bıraktım. Müşteriler, çalışanlar, Sertaç Bey… Lokantadan çıkarken hepsinin gözlerini üzerimde hissediyordum. Yıkılmış bir halde eve döndüm.
Evet, artık ne desem kar etmez biliyorum ama yine de aklım almıyor. Sertaç Bey, bulaşıkçı değil de ne bileyim, insanüstü güçleri olan bir çalışan arıyordu herhalde. Öyle ya, ben işe gireli, bulaşıkçı olalı daha birkaç dakika olmuştu. Bu durumda bulaşık makinesini nereye koyduklarını nasıl bilebilirdim. Sorduk diye hemen işten atmak mı gerekirdi.
İÇİNDE OLMADIĞIM BİR GÜN
Kucağımı benden nefret eden sana açtığımdan, senin de o kirli ellerinle pek de temiz olmayan bana sarıldığından beri sevgili dünya… iyi değilim.
BAŞIMA GELENLER
Şehrin sokaklarında saatlerce dolaşmış, gördüğüm her işyerinin zilini çalmış, hiçbirini evde bulamamış, yorgunluktan bitip tükenmiş bir halde eve dönüyordum. Moralim çok bozuktu. 11. yüzyıla dönmek, o yüzyılda yaşamak gibi bir tasarım vardı. Zaman makinem düzgün çalışmamış
, beni 11. yüzyıl yerine 1929’a göndermiş, orada takılıp kalmıştım sanki. Ne bugüne gelebiliyor, ne de daha geri gidebiliyordum. Buhran… Benim için dünya büyük bir buhrandı artık. Şu hale bak. İnsanı sefalete iten şey birkaç değersiz kağıt parçasıydı. Bütün çaba, o Allahın belası kağıt parçalarını toplamak ve onları savurmak içindi.
Dövizciler sokağından geçerken aklımda bu düşünceler dönüyordu. Sokak çok kalabalıktı. Sanki şehrin tüm sakinleri sokağa çıkmış, evde kimse kalmamış gibiydi. Görebildiğim her yer insandı. Dahası mutluydular. Her birinin yüzünden gülücükler saçılıyordu etrafa. İşleri yolunda gitmiş olabilirdi bugün. Talihleri yüzlerine gülmüştü anlaşılan. Özellikle baktım
, bir tanesinde bile normal bir yüz ifadesi yoktu. Allah daim etsin, gülüyordu herkes. Yüzüme yansıtmadım ama onları böyle görünce içten içe ben de güldüm. Nedensiz bir sevinç bağdaş kurdu gönlüme. Öte yandan aklım karışıktı yine. Daracık sokaklarda geçen hayatım iyice çıkmaza girmişti. Ne olacaktı bundan sonra? Nasıl ve nerede son bulacaktı bu ağır adımlar? Bu karışık duygularla yere bakarak yürürken karşı kaldırımdan gelen bazı anormal sesler duydum. Sesler, “psssst, şşşttt, heyyyy” gibi nida çeşitleriyle geliyordu kulağıma. O tarafa bakmasam da seslerin birkaç gençten çıktığını anlayabiliyordum. Gözlerim ileriye, kulağımsa onlara dikkat kesilmişti. Sesler giderek yükseliyor, ve o seslere birbirinden yeni nida şekilleri ekleniyordu. Gençler birini alaya alıyordu. Burası kesindi. O zavallı her kimse, dönüp onlara baksın diye büyük bir nida savaşı veriyordu gençler. Ne oluyor diye dönüp bakmamıştım hala. Bunun bir sebebi vardı elbet. Fakat gençlerden gelen sesler öyle dokunaklı çıkmaya başladı ki dönüp bakmayan tek insan ben olmayayım diye yavaşça çevirdim başımı. Başımı çevirirken, “bu kadar insan arasında ben değilimdir nasılsa” diye sahte bir avuntu cesareti verdim kendime. Baktım ve bakar bakmaz dünyam altüst oldu. Bu psikopatlar bana sesleniyordu. Evet, onca adam arasında seçe seçe beni seçmişlerdi. Bu yüzden bakmak istemiyordum ya. Utanmaz herifler, başımı onlara çevirdiğimde seslerini kestiler. Kestiler ama bu sefer de en az garip nidaları kadar iğrenç bir şey yapmaya, ses yerine vücut hareketleriyle beni alaya almaya başladılar. Bana bakıp dans ediyorlardı resmen. Ellerini kafalarına koyup kaş göz işareti yapıyorlardı bana. Üç kişiydiler. Üçü de garip hareketleri, tuhaf dansları, anormal tavırlarıyla beni alaya alıyordu. Bunları yaparken hiç gülmüyor, işlerini profesyonelce yapıyordu alçak herifler. İşte bir tanesi; bir elini beline, diğerini başının üzerine koymuş poz veriyordu sanki. Bir diğeri oyuncu değişikliğine benzer bir el hareketi yapıyordu. Ötekiyse kollarını sırayla yukarı kaldırıp indiriyordu. Tüm bunları bana bakarak yapıyordu namussuzlar. Benim sevgili talihim. Bu kadar adam arasında beni bulmaları çok olağandı aslında. Başımı hızla çevirip koşar adım uzaklaştım oradan. İleride köşeyi dönene kadar sesleri bir vızıltı gibi geldi ardımdan.
Koşarak eve döndüm. Kapıyı kilitledim. Perdeleri iyice kapattım. Sandalyeye oturduğumda tahta kurdunun sesi bir an kesildi. Sonra tekrar yemeğine devam etti. Dirseklerimi masaya, avuçlarımı yanaklarıma koyup düşündüm. Haydutlar tarafından güpegündüz psikolojik saldırıya uğramıştım. Neden? Ne yapmıştım onlara? Bugüne dek kimsenin devekuşuna höst dememiştim. Ne istemişlerdi benden? Onca insan arasında neden rezil etmek istemişlerdi beni? Kalkıp odada dolaşmaya başladım. Boyum uzamıştı. Boyum durup dururken neden uzamıştı? Dikkatle bakmasam da aynanın yanından geçerken göz ucuyla bunu fark etmiştim. Bana öyle gelmişti herhalde. Adımlarım beni evde birdenbire ortaya çıkan odanın kapısına götürdü. Evde bulduğum bu yeni oda, merakımı bastıran bir korku salıyordu içime. Tam kapıyı çalmak üzereyken vazgeçip geri döndüm. Yanından bir kez daha geçerken yine aynaya bakmadım ama boyumun uzadığı hissine bu sefer daha fazla kapıldım. Neydi bu? Döndüm, aynanın karşısına geçtim. Başımı kaldırıp baktım. Saçlarıma elektrik direği gibi dikilen çam iğnesini gördüm. Meğer her şey… neyse… öyle işte.
KAR YAĞDIĞINA GÖRE HALA KIŞ
Bir karar almış, sonra da ondan caymıştım. Şimdi de caydığım karardan cayarak, aldığım kararı tekrar hayata geçirme girişimlerinde bulunabilme cesaretini gözden geçirebilme mihnetine katlanabilme sükunetini koruyabilme kabiliyetine erişebilme hünerini… Demem o ki galiba hayatta ilk kez aldığım bir kararın arkasında duracağım. Yine de biraz zaman var. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmeliyim. Kolay olmayacak.
(Devam edecek)
Kerim Salih