FEDAKAR PENGUENLER YAYINEVİNDEN ZARURİ BİR AÇIKLAMA
Birkaç ay önce yayınevimize isimsiz bir mektup geldi. Mektubu gönderen şahıs belki ismini yazmayı unutmuştur düşüncesiyle tam zarfı açıyordum ki birden içime kurt düştü. Mektup gönderebilen biri pekala ismini de yazabilirdi. Mektubun dolu bir cüzdan gibi kilolu görünmesi merakıma mıknatıs tutuyordu ama neticede isimsizdi. Bir televizyon programının ismini vermeyen izleyicisi olabilirdi ama burası bir yayıneviydi. Şüphelenmiştim. Bu işte canımı sıkan, ne olduğunu bilmediğim bir bityeniği vardı. Masamın altındaki, poşetini üç ayda bir değiştirdiğim çöp kutusunu hatırladım. Her zaman böyle güzel şeyler hatırlamışımdır. Mektubu açmadan, çöp kutusuna attım onu. “Önemliyse bir daha arar” diyerek çayımı yudumladım. Bir saat sonra mektubu çoktan unutmuştum.
Aradan iki ay geçti. Bir gün canım fena halde sıkılıyordu. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu ama bir şey yapmak zorunda hissediyordum kendimi. Birden sevincimden ne yapacağımı bilemedim çünkü aklıma harika bir fikir gelmişti. Çöp kutusundaki poşeti çöpe atıp yerine yeni bir çöp poşeti koymaya karar vermiştim. Eğilip, çöp poşetini itinayla kutudan çekip aldım. Kediler arkamdan sövmesin diye düğüm atmayıp poşet uçlarını üstünkörü bağladım. Sokağın köşesindeki çöp kutusuna poşeti fırlatırken, kritik bir maçta son saniyede üçlük atıp takımına galibiyeti getiren bir basketbolcu gibi heyecanlıydım. Fakat o kadar uzun boylu olmayacaktı mutluluğum. Geri döndüğümde yeni bir çöp poşeti hazırlayıp tam kutuya yerleştirecektim ki onu gördüm. Mektup, o, varlığını tamamen unuttuğum mektup orada, çöp kutusunun hemen yanında güneşlenir gibi yatıyordu. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde poşetin içinden yere düşmüş. Ateşe dokunur gibi çekinerek tutup, titreyen parmaklarımla yerden kaldırdım onu. Aradan iki ay geçmesine rağmen gönderen kısmında hala isim yazmıyordu. Götürüp cami avlusuna bırakmayı bile düşündüm. Yapamadım.
Mektup elimde, kararsız bir şekilde yarım saat bekledim. Korkuyordum. Başıma iş açacaktı bu uğursuz şey. Derken camın ardında bir karganın beni seyrettiğini fark ettim. Bunu hayra yorup mektubu açtım. İçinden bir kağıt ve bir başka mektup daha çıktı. Aşırı zeki olduğum için önce kağıdı okumak yerine diğer mektubu açtım. Kenarları yanmış bir sürü kağıt çıktı içinden. Bazılarının yarısına yakınının yanmış, çoğunun da okunmaz durumda olduğunu gördüm. Onları bir kenara bırakıp daha önce okumam gereken kağıdı okumaya başladım. Başta belirtmem gerekir ki hayatımda bu kadar çirkin bir el yazısı görmemiştim. Kelimelerin yerinde birtakım anlaşılmaz resimler vardı sanki. Mektubu gönderen meçhul şahıs, batan geminin mallarından payına düşecek birkaç değerli eşya vardır düşüncesiyle yanmakta olan bir eve girdiğini, canını tehlikeye atmasına rağmen evin çok sade olduğunu ve bu yüzden herhangi bir şey bulamadığını, tam hayal kırıklığı içinde çıkıp gidecekken tahta bir masanın üzerinde üstü açık gümüş kaplama antika bir kutunun bulunduğunu fark edip geri döndüğünü, kutunun da yangından nasibini aldığını, özellikle içinin yanıyor olduğunu, buna rağmen parmaklarının fedakarlık yaparak yanmayı göze aldığını, kutunun içinde kıymetli bir saat, gümüş bir yüzük, eski bir cüzdan ve çok sayıda kağıt bulunduğunu, özellikle kağıtların yanıyor olduğunu, cebinden çıkardığı mendiliyle kutudaki yangını bir şekilde söndürdüğünü, kutuyu kaptığı gibi evden çıkmaya yeltendiğini, ne yaptıysa dış kapıyı bulamayıp kapana kısıldığını, yangının hızla evin her tarafına yayıldığını, denize düşüp ejderhaya sarıldığını ve camdan atlayıp kurtulabildiğini yazıyordu. Camdan atlayınca ayağını incittiğini söylüyordu adi herif. Gece yarısı olduğundan etrafta kimsenin olmayışıyla derin bir oh çekmiş haydut. Kutuyu elbisesinin içine saklayıp aksaya aksaya evine gitmiş. Kağıtlar hariç kutuda ve içindekilerde herhangi bir yanma belirtisinin olmayışı onu çok sevindirmiş. Yalnız cüzdan boşmuş ve bu yüzden kendisini kötü hissetmiş zavallı pislik. Birkaç gün sonra kutuyu, saati, cüzdanı ve yüzüğü satmış. Eline geçen parayla birkaç ay boyunca kendi tabiriyle krallar gibi yaşamış soytarı herif. Paralar suyunu çekip yeniden o eski sefil yaşantısına döndüğünde, bir akşam kutunun içindeki çoğu okunmaz durumdaki o yanmış kağıtları okumuş. Kağıtta yazanlar Müştak Zeki isminde birinin günlükleriymiş. Pek bir şey anladığı söylenemezmiş ama yine de her satırını okumuş. Sonra tek tek yakmaya başlamış kağıtları. Bu şekilde birçoğunu yakmış fakat bir süre sonra sıkıldığı için kalan kağıtları belki daha sonra yakmaya devam ederim düşüncesiyle yatağın altına fırlatmış. Aradan birkaç ay geçmiş. Yaptığı şeyin yanlış bir şey olduğu düşüncesi zamanla aklında yer etmiş. Kutu, saat, cüzdan, yüzük… Almamalıymış, madem aldı satmamalıymış onları. Sonra yaktığı birçok kağıt, yakmamalıymış… Pişman olmuş ama yapacağı da pek bir şey yokmuş. Vicdan azabı çekerken, ne yapabilirim, diye düşünmüş. Ne yapabilirim? Bunca şey yapmışken kalan kağıtları da yakayım bari, diye düşünmüş önce. İçi elvermemiş. Sonra kendisini yakmayı düşünmüş. Kısa sürmüş bu düşüncesi, üzerinde hiç durmamış. Yaka yaka sigarasını yakmış sonunda. Sigarası bitmeden, bizim fakirhanenin küçük tabelasında yazan Fedakar Penguenler Yayınevi yazısını gördüğünü hatırlamış. Normalde böyle şeyler aklında kalmazmış ama yayınevinin ismini komik bulduğu için hafızasına bir şekilde kazınmış kürek ağızlının. Günlüklerin bulunduğu kağıtları kitap olarak basmamız için yayınevimize göndermeye karar vermiş. Böylece, yaptığı yanlışları telafi edemese bile yine de bir şey yapmış olduğuna inanacak ve bu sayede duyduğu pişmanlığı bir nebze olsun hafifletebilecekmiş. “Sizi vicdanınızla baş başa bırakıyorum” diye bitirmiş mektubu. Bu ne demek şimdi? Hırsızlık yapan sen, çaldıklarını satan sen, günlüklerin çoğunu yakan sen, el yazısı iğrenç olan sen, en önemlisi yayınevimizin güzide ismiyle alay eden sen ama vicdanıyla baş başa kalması gereken benim ha? Günahına ortak aramıyor da toptan devrediyor pancar suratlı. Vicdanını rahatlatmak için aklı sıra suçunu bana yüklüyor adi hırsız. Şuraya bak, yazdığı son cümledeki “vicdanınızla” kelimesini ev resmi zannettim. Böyle bir el yazısı olamaz. İki satırlık mektubu yarım saatte zor okudum. Şuan karşımda olsa ona, “bu ilaçlardan günde kaç tane alacağımı yazmamışsın” derdim. Vicdanmış, baş başaymış… Uyanık, adi, hırsız, çakal. Beni kandıracak… Bir sen akıllısın zaten bu dünyada.
Günlükleri basmaya karar verdim. Çok da fazla düşünmedim aslında bu kararı alırken. Neden mi? Çoğu bana kalsın, bunun birçok nedeni var, pek çok haklı gerekçem var verdiğim bu kararda. Mesela yayınevini açalı neredeyse beş yıl oldu ve hala bünyemizden bir tane bile olsun kitap sürülmedi piyasaya. Beş sezondur gol atamayan bir santrafor gibiydi yayınevimiz. İlk iki yıl fazla ırgalamamıştı bizi bu durgunluk. Sorunumuz sadece can sıkıntısıydı ve yayınevinde hiçbir şey yapmadan boş boş oturmaktan bıkmıştık. Bir süre kağıtları uçak yapıp birbirimize atarak vakit geçirdik. Sonra su tabancalarıyla yoldan geçenlere isabetli atışlar yaptık. Camları kırana kadar top oynadığımız bile oldu yayınevinde. Körebe, saklambaç, golf derken vakit geçirecek hiçbir aktivite kalmamıştı. İki yıldan sonra biraz biraz tedirgin olmaya başladık. Yüzüncü baskısında milyonlara ulaşan kitaplar vardı hayalimizde. Avuçlarımızda ise tek bir sayfa bile yoktu. Yaptığımız tek baskı birbirimizeydi. Herkes bir şeyler yapılmasını başkasından bekliyor, beklemekle kalmayıp direktifler veriyordu. Yayınevinde hava çok gergindi.
Üçüncü yıl girdiğinde gerginlik, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Hocaları müfredata küstüren yaramaz bir sınıftık, şimdiyse çıt bile çıkmıyordu kimseden. Bir gün uyukladığım masadan başımı kaldırıp etrafa bakınca sessizliğin nedenini anladım. Herkes gitmişti. Yayınevinin bütün çalışanları işi bırakmıştı. Bir tek ben kalmıştım bu viranede. Üzgündüm
, her köşede ayrı bir hatıra nefes alıyordu. Su tabancalarını yerden kaldırırken ağlamamak için kendimi zor tutmuştum.
Sonraki iki yıl da rüzgar esmeden, yaprak kıpırdamadan geçti. Bazen kapının çaldığı oluyordu ve heyecanla kapıyı açıyordum ama gelenlerin çoğu tabeladaki ismi Fedakar Penguenler Evi diye okuyor, çocuğunu, eşini, akrabasını toplayıp penguen görmeye geliyordu. Kapıyı açtığımda, ada çayı olup olmadığını soranlar da vardı. Yayınevi’ni yanlışlıkla çayevi diye okuyorlarmış. Tüm bu güzel gelişmelere rağmen yayınevini kapatmayı hiç düşünmedim. Meğer karşımıza bir hırsız, bir de kim olduğu belli olmayan Müştak Zeki adında biri ve onun günlükleri çıkacakmış. Açık söylemek gerekirse kurduğu cümlelerin ve yazısının çirkinliğine rağmen hırsız olacak o lahana kirpikli bile basılması için yayınevimize yazı gönderse basarız canına yanayım. Düştüğümüz durumu varın siz hayal edin.
Günlükler hakkında herhangi bir açıklama yapmayı gereksiz buluyorum. Birazdan zaten okuyacaksınız. Hem yayın politikası gereği mü… Tamam, saklayacak değilim, günlükleri okumadım. Şöyle bir göz gezdirdim. Üstünkörü bir baktım. Zaten yaptığımız da hep bu değil mi? Daktilo bozuktu hem, tamir ettirmem zaman aldı ama neyse ki cebimden beş kuruş çıkmadı. Alt kattaki fırında çalışan Fehmi’yi de günlükleri yazması için zor ikna ettim doğrusu. Cebine de birkaç kuruş attım haytanın. İki ay ekmeğe para vermem artık, hahah. Bunca sıkıntı ve telaş içinde bir de günlükleri okuyamazdım herhalde.
Son olarak buradan yazarlara seslenmek istiyorum. Kuzum sizin derdiniz ne? Neden yazdıklarınızı bize göndermiyorsunuz? Hele, eserleri yayınevi kapılarından dönen yazarlar… Size ne oluyor da bizi fark edemiyorsunuz? Halimize bir bakın, bir kelime dahi gönderecek olsanız onu bile basacak durumdayız. Sorun ne, yayınevimizin ismi mi yoksa? Penguen korkutucu ve zararlı bir hayvan mı Allah aşkına. Aksine tatlı, sevimli, şeker gibi bir hayvan. Ne yani, penguen yerine Fedakar Hipopotamlar mı deseydik? O zaman daha mı iyi olurdu? Bizden söylemesi, geleceği parlak bir yayıneviyiz biz. Yarın bir gün kaç bin çeşit kitap basarız bilinmez. Tamam, çıkışımızı Müştak Zeki’yle ve onun kimse tarafından merak edilmeyeceği malum günlükleriyle yapmış olabiliriz ama bu hazin mecburiyet, yarınlara damga vuracağımız gerçeğini değiştirmiyor. Eli kalem tutanları boş bir kağıt özlemiyle bekliyoruz.
Kamuoyuna saygıyla, sevgiyle, aşkla, hürmetle duyurulur.
Müjdat Fedakar
Fedakar Penguenler Yayınevi’nin sahibi, aynı zamanda tek çalışanı. (Son Samuray gibi bir şey)
MÜŞTAK ZEKİ’NİN YANAN GÜNLÜKLERİ
YAĞMURLU BİR SABAH. SANIRIM MART’IN 18’İ. BELKİ DE 25’İ.
Toprağı bol olsun, her gün mutlaka kapımı çalan bir komşum vardı. İki gün uğramasa başına çok büyük bir felaket geldi sanır, buna çok sevinirdim. Sonra sevindiğim için üzülür, kapımı çalana kadar korkuyla beklerdim. Ona bir şey olacak, canı yanacak diye değil; böyle bir şey olmuşsa bile buna sevindiğim için, bu yüzden kendimi asla affetmeyeceğim için. Rahatsız olduğum biri yüzünden kendimi suçlamak zorunda kalmak istemiyordum. Yoksa, başına bir iş gelmiş olmasını hiç önemsemiyordum. Tırnağını abartılı kesip parmaklarının ucu kanasa bile umurumda olmazdı.
Sevgili komşumun adı Naim’di. Komşu dediğime bakmayın, herif üç mahalle öteden, yürümeyle yirmi dakikalık mesafeden gelirdi. Yüzünü görmediğim, elini tutmadığım, kim olduklarını bilmediğim asıl komşularıma nispet, Naim’i komşu saymıştım. Uzakta olsa da gün aksatmadan gelen birine komşu dememek ayıp olurdu. Başlarda komşuluk gereği saygıda kusur etmemiş, sevmiştim Naim’i. Ona hürmet ediyor, söylediklerini can kulağıyla dinliyordum. İyi dedikodu ediyordu kerata. Bizim mahalleye dair, burada yaşamama rağmen hiçbirini bilmediğim, duymadığım şeyler anlatıyordu. Mesela geçenlerde bizim buradaki eczanecinin kızını istemeye gelmişler. Adam inat etmiş, vermemiş kızı. Israr etmişler, diretmişler, kızın da gönlü var demişler ama yok. Eczaneci inadından dönmemiş. Erkek tarafı yenilgiyi sırtlanıp dönmüş evine. Ama oğlan intikam almaya yemin etmiş. Aynı gece ailesini ikna edip bir başka kızı istemeye gitmişler. Üç gün içinde de düğün yapmışlar. “Eczacıya fena gol attı çocuk” diyordu Naim. “Helal olsun çocuğa, intikam dediğin böyle alınır.” Naim’i şaşkınlıkla dinliyordum. Her şeyden haberi vardı. Kulağı, gözü, ayağı her yere uzanıyordu. Hafiye Naim diyordum ona. Dediğim gibi ona saygı duyuyordum. Ta ki köşedeki bakkal Levent amcayla aramı bozana kadar. Olay tam olarak şöyle oldu : Naim’le komşuluğumuzun cicim aylarında her şey normaldi. Saatlerce dedikodu ediyor, çayımızı içiyorduk. Sonra birden Naim’e bir şeyler oldu. Artık oturmaya kalmıyor, kapıyı çalıp gidiyordu. Bir süre böyle devam ettikten sonra Naim bir sabah elinde fincanla kapıya geldi. Şeker, un, sitrik asit, nişasta, hindistan cevizi, potasyum sorbat filan isteyecek sandım. Demin olmuş gibi aklımda, duyduklarıma inanamamıştım. Naim elindeki fincanla benden oje istemeye gelmişti. Kız arkadaşının ojesi kalmamış, fazla varsa isterim diye düşünüp bana gelmiş. Bir şeyler daha söylemişti ama gerisini duymamıştım. Öyle bir şey istiyordu ki “yok” demek bile acı verecekti. Bende yok. Ne yok? Oje… Elindeki fincan düşüp kırılsın inşallah Naim! Neyse ki benden bir cevap sadır olmadan Naim gitmişti. Belki uzun süre sessiz ve şaşkın ve çatık kaşla ona baktığımdan olabilir, yanımda daha fazla duramamıştı. Komşulukta çığır açmıştı Naim. Çay, şeker, zeytinyağı devri bitmiş; oje, ruj, rimel, jöle çağı başlamıştı zavallı fincanlarda. Sevgilisinin ojesi bittiği için, fazla vardır belki diye bana gelmişti Naim. Neden acaba? Tırnaklarıma bakmıştım. Hiçbir iz yoktu. Hergele Naim, beni şüpheye düşürdüğün şeylere bak. O gece uyuyamamıştım. Sabah kapı çalmış, Naim gelmişti. Özür dileyecek diye beklerken elindeki fincanı gösterip, “dün sende yoktu diye mahcup olmamışsındır umarım. Hadi yine şanslısın, bugün yine getirdim fincanı, ojeyi ver de gideyim” dedi. Fincanı alıp mutfağa gittim. İçine su doldurup yüzüme çarptım. Rüya olup olmadığından emin olmak için yaptım bunu. Yine de emin olamamıştım. Boş fincanı Naim’in eline verdim ve gitti. Arkadaşım Naim’i ikinci defa hüsrana mı uğratmıştım yoksa arkadaşım Naim tarafından ikinci defa salak yerine mi konmuştum bilmiyordum.
O gün aylık alışverişimi yapmak üzere köşedeki bakkala gitmiştim. Kahve, tütün, biraz zeytin, biraz da peynir alacaktım. Levent amca her zamanki sıcaklığıyla karşılamıştı beni. Halimi hatırımı sormuştu. Aramız iyiydi Levent amcayla. Alacaklarımı almış, tam hesabı ödemek üzere kasaya yaklaşıyordum ki bir an durdum. Aklıma Naim gelmişti. Hafiyelik, komşuluk, dedikodu derken oje kelimesi takıldı genzime. Genzimin tam olarak nerede olduğunu bilmiyordum ama oje çok sağlam takılmıştı ona. Evet, o dakika oje almam, evde oje bulundurmam gerektiğine ikna oldum. Fakat bir sorun vardı, oje nerede satılır bilmiyordum. Kasaya gitmek yerine geri dönüp bakkalı baştan sona taradım. Bulamadım. Kutuda mı satılıyordu, kilo işi mi alınıyordu onu da bilmiyordum. Levent amcanın yanına gidip aldıklarımın parasını ödedim. Hayırlı işler dileyip tam bakkaldan çıkıyordum ki geri döndüm. Utana sıkıla “Levent amca” dedim. “Efendim Müştak” dedi. Kibar adamdı Levent amca. “Amca” dedim, “ne olacak bu işler böyle?” Bir kez daha “efendim?” dedi Levent amca, kibarlığından çok şaşkınlığını ön plana çıkararak. “Sen halden anlarsın Levent amca” dedim, “şey, demem o ki, şu sıralar…” “Bir şey mi diyecektin?” diye sordu Levent amca. “Bu havalara da güven olmuyor doğrusu” dedim. “Bir gün açık bir gün kapalı. Bu sene yaz erken gelecek diyorlar. Güya beş aydan fazla sürecekmiş yaz. İnsanların ağzı torba değil ki büzesin. Biri kuyuya bir taş atıyor, herkes peşinden hücum… Bunun böyle olması, kış aylarında görünen… Yağış, kuraklık… Oje satıyor musun amca?” Levent amcanın şaşkınlığı öfkeye dönüşmüştü. Bunu bakışlarından anlamak mümkündü. Naim’in yerinde şimdi ben vardım, benim yerimde de Levent amca. Bunu fark eder etmez koşarak kaçtım bakkaldan. Uzun bir süre uğramadım oraya. Dışarı çıkmaktan nefret etmeme rağmen uzaktaki bakkallara yürüyüp geri dönmek zorunda kaldım. Bir süre sonra daha fazla dayanamadım ve tekrar Levent amcanın bakkalına gitmeye başladım. Tek kelime etmiyor benimle. Yüzüme de bakmıyor. Ben de konuşmuyorum onunla, alacağımı alıp hemen çıkıyorum bakkaldan. Selam versem alır mı acaba? Almaz belki. Alışveriş yapınca paramı da almasa keşke.
Naim’i o talihsiz olaylardan sonra hiç görmedim. Şuan yağmur şiddetini artırdı. Hafiye’nin bugün de kapımı çalmayacak oluşunun verdiği güvenle kahvemi yudumluyorum. Hava çok soğuk. Üzerime bir battaniye alsam mı acaba? Şimdi içeri kadar kim gidecek. Boşver. Hem, üşümeye de alışsam iyi olur artık. Seneye kış sekiz ay sürecek diyorlar.
- Yazının İkinci Bölümü İçin Tıklayın -
Kerim Salih