Bazı insanlar garip mesleklerle uğraşır. Mesela bir oto tamircisi, manav, fabrika işçisi filan değil de eskici, tesisatçı, tüpçü maceralar vadeden mesleklerin erbabındandır. Ben de bir çilingir olarak bu grupta sayılırım. Bu yazıda da meslek hayatımda karşılaştığım iki tuhaf olayı size anlatmak istiyorum.
Mevsimlerden sonbahar. Vakit gecenin geç’i, takriben saat 3 felan. Gaflet dolu bir günün sonunda, kış uykusuna yatmış sevimsiz bir ayı gibi uyuyorum. Zır zır telefonum çalıyor aniden. Bu saatte çalıyor olması da şaşırtıcı değil. Meslek icabı cankurtaran misali 7-24 hizmetteyiz, tetikteyiz. Ama bir fark var ki bizde parayı veren düdüğü çalıyor. Bedavaya can kurtarmıyoruz.
Parası cebinde vatandaş alıyor telefonu eline, gecenin üçü demeden arıyor. İn cin uykuda. Yazının sahibi duble uykuda. Pembe hayaller ve pembe düşlerde… Birazdan uyandığında ortada ne düş kalacak, ne de pembe.
Baygın, bitkin, yorgun ve argın; isteksizce açıyorum telefonu:
– Evendim.
– (Tedirgin ve ihtiyar bir ses tonu) Yücelcim selamualeyküm
– Efendimmm? (Yücel mi dedin lan?)
– Alo Yücel, selamualeyküm, yatıyo muydun ya?
Geceyarısı sorulmayacak sorulardan birisidir bu yatıyor muydun. Yok canım ne münasebet, dışarıda misket oynuyordum, birazdan da birdirbire başlarım.
-Alooo!
– (Bu defa da ben konuşmuyorum, hadi bakalım?)
– (Karşıdan, başka biri soruyor) Açtı mı? Açtı mı? Ver bakiyim! (telefonu alıyor, anlıyorum)
– (Coşkulu, uykusu kesinlikle olmayan, dipdiri, kendinden emin babacanvari ses) Alo Yücel!
-Ne Yücel’i ya? Alo!
-Aloo, şeyyy Recep!
Belli ki gecenin bir yarısı kafayı bozan adamlar maskara olarak beni seçmiş.
– Ya Recep
, sen değil misin?
– Yok bilader, Recep değilim
– Recep tanımadın mı beni? Murat ben!
– Bilader yanlış aradın, Recep felan değilim ben.
– Ya Recep, bırak oğlum numara yapmayı!
-Aga! (Kızıyorum ufaktan, sesim açılıyor, uykumun iç olmasına ramak var) Recep felan değilim ben, yanlış aradınız. Gece gece hasta etmeyin adamı, yanlış aradınız!
– Aa pardon ya…
Mırıltılı bu “pardon ya”nın hemen akabinde, telefon suratıma kapanıyorr
Fakat uyku artık haramdır. Pembelere kavuşmak üzereyken tekrar zırrrr…
– Efendim?
– Alo Recep, selamualayküm!
– Aleyküm selam da, sen kimsin bilader?
– Murat ben, karşı komşun, tanımadın mı beni Recep?
Düşünüyorum, mahallemde 3 tane Murat var ve bu musibet onlardan biri değil. Murat diye bir esnaf da hatırlamıyorum. 3-5 saniye hafızamı yoklayıp hemen karar veriyorum, cevabımı yumruk şiddetiyle indiriyorum:
– Tanımadım bilader! Yanlış aradınız siz!
Öfkeyle suratlarına kapatıyorum telefonu. Bu kez rahatsız manyaklara karşılık verme sırası bende.
2 dakika sonra telefon tekrar çalıyor. Anlıyorum ki birileri uzaklarda rüyalarımı araklamanın peşinde ve ısrarlı…
– Ne var ulan!
– Ya Recep, bi baksana kardeş, kapıda kaldık biz!
Hay aklınıza tüküreyim! Başta söyleyeceğini sonda söyleyen, parasının cimrisi, samimi olma adına bir ton absürt duruma düşen tatlısu kurnazı bir insanla karşı karşıyayım. Dur bakalım hayırlısı
– Tanımıyon mu sen bizi yaaa? Kaç saattir seni arıyoruz.
– İyi de bilader ben Recep değilim (belki de Recep, anahtarcılık yapan bir arkadaşıdır diye düşünüyorum o an)
– İsim neydi abi senin?
– Cihat ben
-Cihat abi, yatıyor muydun ya? Murat ben karşı komşun!
Hala tanıyamadım, ama aradıkları kişi benim. Bozuntuya vermiyorum, Murat’ın kim olduğunu çözmem gerekiyor. Adam esnaf komşumuz ve ben ısrarla tanıyamıyorum. Esef verici, hatta mal durumuna düşürebilecek tehlikeli bir vaziyet.
– Valla Muratcığım, öyle uyuyordum ki kış uykusuna yatmış gibiydim.
– Abi kusura bakma, uyandırdık seni de ya.
-(Yarım ağız) Yok esta… Önemli değil de hayırdır inşallah?
– Hayır hayır, şerle işimiz olmaz abi bizim. Nassın, iyisin inşallah?
– (Lan uzatma lafı, gecenin bi yarısı hasta mıdır nedir?) İyi Allah’a şükür, sen nassın? Hayırdır, durum ne?
– Hayır hayır, ya bizim komşunun anahtarı kapıyı açmıyor da recebim, şuna bi bakıver sana zahmet!
Sanki üst kat komşusuyum da öyle bir rica ediyor inceden. Gecenin saat 3ü, evimle dükkan arası 10 kilometre, aracım da yok. Otobüs, minibüs de hak getire o saatte. Ben nasıl geleceğim, kaç para alacağım, o zamanlar taksilerde gece tarifesi var, bir dünya mevzu velhasıl. Kalın gelir çoğuna o saatte usta çağırmak.
Bu arada Murat”ın kim olduğunu da üslubundan belledim. Dükkanın az aşağısında işportacılık yapan, caddenin olsa da olur, olmasa da olur tarzı müdavimlerinden. Çok samimi olmasak da bana Recep der zaman zaman. Recep dedi mi üstüme alınıyorum. Hiç de sormadım sebebini. Tanıdığı kapıda kalmış, var mı tanıdığın diye buna sormuş. Bu da “Recep Usta’yı tanıyorum, gelir halleder” deyince beni aramışlar. Dedik ya, hizmette sınır yok, amma tanıdığın işi, bu saatte yapılacak iş değil. Kıvırmam lazım anında. Para çıkmaz diyorum kendi kendime. Hem çıksa da taksici git gel 20 kilometrede anında alır o paranın tamamını benden. Bana kalan elma şekeri, yahut düdüklü şeker parası olur, o da bu saatte üflenmez, öttürülmez. Yapılmaz yani.
– İyi de bilader benim evim falan yerde. Arabam da yok, şu an için gelemem.
-Abi gözünü seveyim gelmen lazım. Seni bekliyoruz kaç saattir! İçeride çocuk uyuyor. Öldü mü kaldı mı haberimiz yok. Kapıyı bir türlü açmıyor, telefonu da kapalı… Gözünü seveyim acil gel atla bi taksiye… Parası neyse veririz, ne yapalım?
İşin bu noktasında böyle söylenir hep. Para vermeye gelince, “yaa 2 dakkada hallettin be abi, bu seferlik idare et bizi” tarzında çıkışlarla rakamın 10-20 TL’sine makas atılır.
Artık yapacak bişey yok, yakalandık bir kere. Giyinip taksi durağını arıyorum, bir sigara yakıp kafa tazeliyorum. Kapıda taksi bekliyor. Selamlaşıyoruz. Arabada loş ışıklar… Direksiyonda esmer, babacan görünümlü, ehli keyf bir abi. Ben arabanın iç kokusundan, tipinden, aleykümselam demesinden anlıyorum onun bu dünyaya ait olmadığını. O da beni far ışığı romantizminde görünce derhal uyanıyor. Ortak noktamız şu ki o havada giderken benim ayağım da yere tam basmıyor. Bu saatte normal adam bulmak zor. Taksici ve gece müşterisi arasındaki diyalogların bi kısmını yaşıyoruz. İkimiz de ayrı havalardayız.
Derken varıyoruz. Murat dükkanın önünde kapıda karşılıyor beni. İmdada yetişen Ustanın önünde bir eğilip reverans yapmadığı kalıyor. Öpücüklü karşılamalar, bol iltifatlı kusura bakmalar, dualar, teşekkürler havada birbirine karışıyor. Dükkandan takımları alıp eve geçiyoruz. O arada durumu anlatıyorlar…
– Ya usta biz akşam 9’da misafirliğe gittik, 12 gibi geldik. Giderken benim kızla biraz tartıştık. “Baba gelmiycem ben” dedi. Ben de ona sinirlendim ve epeyce kızdım (kızına okkalı bir sille salladığı kanaatine varıyorum, söyleyemiyor tabi, utanıyor hıyarağası). Geldik, kapıyı çalıyoruz açmıyor. Anahtar da arkasında, açamıyoruz… Telefonu kapalı. Ya uyudu içerde, ya da kendine bişey yaptı Allah korusun. Endişeliyim…
Komşulara da bakmışlar, kız yok. 15-16 yaşlarında bir ergenden bahsediyor baba. O biçimde tırsmış. Kız piyasada yok, üstelik evde ve kapıyı AÇaMIYOR. O biçim senaryolar… Daire önünde meraklı,tedirgin ve uykusuz komşular karşılıyor bizi. Gecenin dördü bu ne merak ulan? Kapıyı 3 saat çalmışlar açan yok, ışık da yanıyor. Ortak kanaat kız içerde… Ölü ya da diri. Kendine kesin birşey yaptı, yoksa muhakkak açardı endişesi hakim… Ben uğraşırken kapıya vurmalar, kıza seslenmeler… Yan binadaki komşular dahi duymuştur: bam bam bammm Zelihaaaaa…
3-5 dakika rutin uğraş verdikten sonra kapıyı açıyorum. Ne görelim, kız salonun ortasında iki seksen, boylu boyunca… Saniyesinde “yavruuummm!” diye bir çığlık ensemde patlıyor ve buna karışan feryatlar… Anne diriltmeye çalışır gibi tokatlarken Zeliha’yı, irkilen kız “Ne vuruyon yaaa, noluyo?” diyerek hayata dönüyor. Çantamı toplarken kahramanlık nişanımı, teşekkür konuşmalarımı yahut alınterimin hakkını; hiç ama hiçbirşeyi alamıyorum. Amiyane tabirle ‘parayı göreyim, öleyim’ olmuyor. Usul usul merdivenlerden inerken kimse yokluğumu fark etmiyor bile, fark etmiyor…
* * *
Yine bir gün telefonum çaldı. Tipik bir müşteri sohbeti… Ücrette mütabığız. “Tamam” diyorum, “15-20 dakika sonra adresinizdeyim”. Sözümü de tutuyorum, adamı kandırmıyorum.
Grand tuvaletli, bakımlı, şık, bilmiş ve kendinden emin duruşuyla ihtiyar ve esmer bir delikanlı… Asabileşmiş ve aceleci duruyor.
Hoşgeldin, beş gittin selamlaşmasının ardından, falan oldu, filan oldu, öyle oldu böyle oldu diye anlatıyor ve ben vakit geçirmeden işe koyuluyorum.
Fakat bu bey amcanın anlattıklarının dışında gelişen bazı durumların olduğunu da fark ediyorum. Bana eksik bilgi vermiş, kapı kilitli kalmışken yalnızca kapalı olduğunu söylemiş. İş sarpa sarmaya başlıyor. “Bu iş bu paraya olmaz. Ekstra malzeme ve ekstra masraf gerekiyor” diyorum.
-E naapcaz?
Sıralıyorum malzemeyi, alayı 3 kalem zaten. Masraf da inşaat amelesinin ortalama yevmiyesi. Bu yevmiye üzerinden 20 TL nin pazarlığına başlıyoruz.
Olurdu, olmazdı…
Ben, “bakın bu işin malzemesi bu kadar. İşçiliği bu kadar. Bu 20 TL’ye satır koymanız haksızlık ve el emeğinden kesinti olmaz mı?” tarzında tipik esnaf klişeleriyle saldırıyorum.
Bey abi ısrarlı:
– Olsunnnn. Bişey olmazzz… Kırma beni… Olur, olur!
ben kaskatıyım. “El emeğidir, olmaz. Yalandan fazla bir fiyat söylemedim ki aşağı ineyim bey abi?”
Fakat bey amca, aynı diretmeyi aklımdan silinmesi mümkün olmayan mimiklerle tekrarlıyor.
-Olur olur, bişey olmaz… Hem sonra sen tanımıyor musun beni?
Hoppala! Mümkün değil diyorum kendi kendime, göz aşınalığım bile yok!
Tekrarlanan soru ve cevap:
– Sen tanımıyor musun beni? (Altını çize çize kalın harflerle, coşkulu ve heyecanlı bir tarzda) Cemal Safi’yim ben! Şairim ben, kitabım var benim… Sen şiir sevmez misin?
– A öyle mi, duymaz mıyım Cemal Safi’yi? Tabii ki duydum. Memnun oldum!
Ben böyle dedikçe, “şiir sevilmez mi?” diye ekledikçe Bey Abi de memnun oluyor. Şaşkınım ve ufaktan heyecanlıyım, bu isme en azından 20 senelik kulak aşinalığım var.
– Tamam, diyor, sana şiir kitabımı veririm.
İkram olarak algılıyorum önce. “Olur” mu desem nezaketen, ya da “yok” desem ayıp mı olur? Derken, siz bilirsiniz anlamında bir jest yapıyorum.
– Hem bak o 20TL zaten! Anlaştık mı?
Sanki sadece benim hissettiğim bir deprem oluyor o an. O karizma fotoğraf, o duruş, o beyefendi edası bir anda bulutların arkasında kayboluyor. Daha sonra o akşam katılacağı konserden 3-5 bin lira alacağını söyleyen üstad, 20 lira için yaptığı pazarlıkta ağzımı açık bırakan bir hamleyle topu çatala asıyor. O anın bende bıraktığı intiba tarif edilebilecek gibi değil. Ne zaman Cemal Safi ismini görsem bu enstantane geliyor aklıma.
Duygu adamı , güçlü kalem cemal safi!..
Cihat Gümüş
Bir Cevap Yazın