MAYIS 2007, ÇANKIRI
ŞİİRİN FORMÜLÜNÜ BULAN ADAM
Mehmet Cilaoğlu, 45 yaşına kadar yerel bir gazetenin Yazıişleri müdürlüğünü yaparak hayatını idame ettirmişti. Yıllarını orta yaşı geçkin köylülerin elinde gezdikten sonra, kahvaltı masalarına serilip üstünde köy peyniri yenen eserler vermeye vakfetmişti. Gazetesini çekilen tüllerin düşmesini engellemek üzere korniş uçlarında, tarla korkuluklarında, reklamını yaptığı lokantaların vitrinindeki etli nohutun önünde görmekten sıtkı sıyrılmıştı. Bir baltaya sap olamadığını düşünüyordu. Balıbağı Köyü’nün patlayan kanalizasyonunu ve ilçe eşrafından Hayrullah Yılmaz’ın kayınvalidesi Şerife hanımın (84) ölüm haberini kayıt altına almak için mi bu dünyaya gelmişti? Hayatının anlamı, yerel ozanların köyüne yaktığı bol palavralı türküleri neşrederek başkalarına mı aktarmaktı? Halbuki büyük işler yapan insanlarla arasında hiçbir fark göremiyordu. Küçük ilçesinin sınırlarını yırtarak aşmak, tüm Türkiye’ye kadar coşkunca taşmak istiyordu.
O ortayaş bunalımından pek çok mağğlubun aksine bambaşka bir adam olarak çıkacaktı. Şair olmaya karar vermişti. Öyle ya, bir köpek ulusa tedirgin olacak, bir manda böğürse duygulanacak hassasiyete sahipti. Ayranlı pilavlı köy derneği toplantılarında yalvar yakar aldığı abonelik sözlerini kaydetmek için değil, ölümsüz eserler vermek için kalemini oynatmalıydı. Fakat yaş çoktan kemale ermişti. Sanki biraz geç kalmıştı. Bu işin bir kolayı olmalıydı. Kısa ömürlü kağıtlara gömdüğü yıllarının açığını kapatacak bir süratle eser vermeliydi. Şairliğin tılsımını bulmalıydı. Bu tılsım olsa olsa kelimede olurdu. Öyle olmasaydı, “binek otomobil” dendiğinde aklına inek gelmezdi. Bu kelimenin tılsımıydı işte. Evet, şiir kelimeyle yazılırdı.
Eline derhal Kubbealtı sözlüğünü aldı. Şairane durmayan abaküs, dalak, kablo, poğaça, tabure, tava, trabzan gibi kelimeleri eledikten sonra kendine bir şiir kelimeleri listesi çıkardı. Bîzar, dem, derûn, firkat, hâl, hamiyet, hicran, hülyâ, meftun, melal, meyus, muhayyile, muştu, sine, sürur, tav, terennüm, ülfet gibi herhangi bir gün, herhangi bir insan tarafından muhtemelen yanlış bir yerde kullanıldığında ortama Nedim’in şarap kokan nefesini, Hotin Kal’ası önlerinde tıksıran akıncı atlarının esintisini taşıyacak kelimeleri seçmişti. Bu kelimeleri ard arda dizip, bağlantı kuracak birkaç kelime ekleyerek motorize şiir üretimine geçecekti. Böyle böyle günde beş öğün sıcak şiir çıkaracaktı.
Ağzının sularını bile içine çekmeden klavyeye saldırdı. Müthiş bir hızla şiir üretiyordu. Kelimeler şiirleri kendi kendine yazıyordu. Daha bir hafta içinde onlarca şiir biriktirmişti, ama onları kendi bilgisayarında tutmasının bir anlamı yoktu. Şiirlerini insanlara burcu burcu koklatmalı ve dünya tarihinde hak ettiği yeri kazanana dek, kendini insanlara tanıtmalıydı.
HAZİRAN 2008, İSTANBUL
FESUPHANALLAH…
Serkan, birkaç yıldır muhafazakar bir fikir ve edebiyat adamını tanıtmak amacıyla yayın yapan bir forumun yöneticisiydi. İnanç ve ideallerini diğer insanlarla paylaşmaktan derin bir haz duyuyordu. Mezun olduğunda istediği gibi yaşamak şöyle dursun, düşünmek için bile vaktinin kalmayacağını kestirenlerdendi. Bu sebeple sevdiği işe vakit ayırabilmek üzere zihnine iki mod tanımladı: Forum ve Ders çalışma. Başka bir işle ilgilenemiyordu.
Birkaç ay öncesine kadar Forumda herşey yolundaydı. Günde 4-5 yeni kullanıcı kaydoluyor, 5 ila 7 defa kavga çıkıyordu. Serkan da tuttuğu tarafın bıkıp bitirmek istediğini sezdiği tartışmalara müdahale ederek diğerlerini sessizce seyrediyordu. Bir nevi yöneticiliğinin hakkını veriyordu.
Fakat üç ay önce bu tabii akış bozuldu. Foruma bir ruh hastası dadandı. Yaşı kemale ermiş biri gibi görünmeye çalışıyordu, ama yaptığına bakılırsa bir ergenden başkası olamazdı. Mehmet Cilaoğlu şiirleri diye bir konu açmış, durmadan yazıyordu bu manyak. 4 yılda 30.000 mesaj yazılan forumda 1 ay içinde 2.000 mesajı yakalamıştı. Babasının çiftliği gibi yazıyor, kükremiş sel gibi yazıyor, tankerden boşanırcasına yazıyordu. Resmen fazla geliyordu. İlham perileri her akşam mı geliyordu, yoksa hiç mi gitmiyordu? Şiirler hep şu tondaydı:
Melalimin parlayan feyzi semâdadır
Hamiyetim sürur ile terennüm eder
Firkatin dağlarken hülyâmı
En kesif nağmelerin aşkta demlenip
Lisana geldiği tavdadır muhayyilem
Veya,
Ve serviler salınırken sinemde!
Hüthüt tegannideydi hicranımda.
Bîzar olur pür-gam derunum!
Meftundur ülfetine ol sadânın.
Şair sanki bazı kelimeleri CilaogluSoft Şiirmatik V2.0 diye bir programa giriyor ve kelimeleri farklı dizilişlerde karıştırarak şiir yapan bu programın çıktılarını siteye atıyordu. Zira şiirleri tersten okuyunca da anlamı değişmiyordu. Şiirin de sentetiği çıkmıştı, genç yaşına rağmen sık sık “nerde o eski şiirler” der olmuştu Serkan. Lise yıllarında edebiyat gören herkes gibi o da Tristan Tzara’nın adını duymuştu. Allah için, yine herkes gibi, “ulan açıp da bakayım nasıl şiirler yazmış bu adam” dememişti. Şimdi Allah ona da bir Tzara göndermişti.
Serkan, Cilalı ayaklanmasını bastırmak için yakın arkadaşlarını fiştekleyerek Cilaoğlu’nun üstüne saldırttı. Fakat yine şiire benzer “niçin bîzar oluyorsunuz? Ben halimi yazıyorum. Fakiri şair mi telakki ediyorsunuz? Pâyenizden ırak, melalim döküyorum” gibi cevaplar geldi. Herif küsüp gitmediği gibi “Sizi kaale almıyorum, istediğiniz kadar kudurun” karizması yakalamıştı. Sanki tüm forumu üst üste katlayıp karyolanın altındaki leğene tıkmıştı. Serkan “Forumda resim kullanmak yasak” bahanesiyle Cilaoğlu’nun profil resmini sildi. Hepsi büyük harflerle yazılmış mesajların içeriğini ihtar mesajıyla değiştirdi. Ama olmadı, ne yaptıysa tahrik edemedi, onu forumdan atamadı. Herşeye rağmen onu sebepsizce atmak forumdaki dengeler için zararlı olabilirdi. Zira boş vakti olduğu için forumun mesaj yükünü çeken üyeler, birbirlerini goygoylama vazifesi gereği Mehmet’in dandik şiirlerine içlerinin açıldığını, gönüllerinin muhabbet ile dolduğunu, mest olup tabiri caizse diplerinin düştüğünü ve bir de keşke herkesin Mehmet Cilaoğlu gibi yazmasını istediklerini söylüyorlardı. Serkan, bu adamların hepsini bir foruma kilitleyip kemerle rastgele dövmek istiyordu.
Serkan sitesini Google’da arattığında çıkan ilk sonucun “Mehmet Cilaoğlu Şiirleri olduğunu görünce çileden çıkıp 300 şiir sildi. Bir sonraki gün Cilaoğlu siteye 7 adet şiir daha bıraktı. Serkan 200 şiir daha silerek cevap verdi ama Cilaoğlu da şiir eklemeye devam etti. Serkan kafasını duvarlara vuruyordu. Mücadeleyi kaybetmişti. Artık site kontrolünden çıkarak Cilaoğlu’nun gölgesinde gün be gün erimeye, cazibesini yitirmeye başlamıştı…
EYLÜL 2008, İSTANBUL
AH SÜLEYMAN, AH…
Nermin 43 yaşında İstanbul” Sultanbeyli’de oturan mazbut bir evhanımıydı. Şu hayat ona, artık Yeşilçam filmleri ile isim-şehir ve kelime türetme oyunlarında kalmış bir ad, dünyalar yakışıklısı bir oğlan, dünyalar güzeli bir kız ve dünyalar hödüğü bir herif vermişti. Günleri apartman Kuran’larında, alışverişte ve evinde geçen Nermin boş zamanlarında internete de giriyordu. Şiirin, sevginin, “güzel sözler” ve “hayırlı cumalar” başlıklarının uçuştuğu forumlar ilgisini çekiyordu. Bir gün dindar bir şarimiz adına açılan bir siteyi keşfetti. Sitede internetten beklediği herşey vardı aslında. Mail kutusuna düşen güzel sözleri ve ilham veren hikayeleri ömründe hiç görmediği insanlarla paylaşmak tarif edilmeyecek kadar güzel bir histi. Arada bir böyle sözlerle alay eden ve birbirleriyle tartışan çocuklarla karşılaşmak canını sıkmıyor değildi aslında. Ah bu çocuklar, çok haytaydılar. “Ne yapılır ki? Allah çoluğumu çocuğumu böyle ahlaksız arkadaşlar edinmekten korusun” diye düşünüyordu.
Bu sitede Mehmet Cilaoğlu isimli bir beyefendi dikkatini çekmişti. Kendisi bulutlar kadar temiz bir ruhun yeryüzüne aksetmiş resmi gibi pırıl pırıl bir yüreğe sahipti. Öyle güzel şiirler yazıyordu ki kelimeler onu gönlünden yakalıyordu. Dünyada hala öyle insanlar olduğunu görmekten dolayı çok mutluydu. Fakat şu haytalar arada sırada bu gönül insanına saldırıyorlardı. Bir tanesi şiirlerini ansiklopedi halinde mi neşredeceğini sormuş, bir diğeri ise Mehmet Bey’in aynı şiirleri tekrarlayarak Türk Edebiyatında Tekrarcılar isimli bir furyayı başlatmaya çalıştığını söylemişti. Nermin onları “Güzel oğlum, büyüklerine böyle sözler söylemeye utanmıyor musun? Senin annen baban sana hiç mi terbiye vermedi?” diye azarlıyordu. “Benim de senin yaşında oğlum var” kalıbını sık sık kullanıyor, bu kalıba maruz kalan kızlar ne denmek istendiğini anlamaya çalışıyordu. Mehmet Bey gerçekten efsanevi bir insan olmalıydı. Ah keşke Süleyman da Mehmet Bey gibi ince ruhlu, şairane bir insan olsaydı. Keşke ütülerken kolları kopan pantolonunu çıkarıp öküz gibi halıya fırlatmak yerine, karnı acıktığında bile “güleç yüzlü, selvirevan sevdiceğim. Sana doymak ne mümkün, karnımız doysa olur mu” gibi sözlerle ruhunu okşasaydı. Hadi o kadar ince olamazdı her erkek ya
, en azından buzdolabının kapağındaki suyu fuçufuçufuçu diye kafasına dikmese, bir bardağa koyup içiverseydi.
Gönül tellerinde sevgi nağmeleri titriyor, bizim yaşımızdaki oğlu kahvaltının hazır olmasını bekliyordu. Bir yazarın sahip olması gereken objektifliği bir an unutarak Nermin’in güzel bir insan olduğunu söylemek istiyorum. Yolda görürseniz poşetlerini taşıyın, yardım edin. Olur mu okurlarım?
TEMMUZ 2009, ÇORUM
ALDANMA Kİ ŞAİR SÖZÜ ELBETTE YALANDIR
Cemile 34.5 yaşındaydı. Bir fabrikada sekreterlik yaparak ekmeğini kazanıyordu. Ebeveynini bir trafik kazasında kaybettikten sonra, abisi ve yengesini rahatsız etmek istememiş ve Çorum’un Sungurlu ilçesinde kendine küçük bir ev tutmuştu. Çorum şehir sayılmaz, büyük bir köy olarak düşünülebilirdi. Ekonomisi leblebiye dayalı olan bu şehirde insanlar ne kadar anlayışsız, ne kadar kültürsüzdü. Estağfurullah. Cemile’ye göre öyleydi.
Cemile artık evlenmek istiyor, fakat istediği erkeği bir türlü bulamıyordu. Aslına bakılırsa istediği çok birşey de değildi: Kendi bildiği herşeyi bilip bir de bilmediği herşeyi bilmesi, şairane bir ruh taşıması ve böyle hanzo gibi, kültürsüz gibi olmaması… Zaten kendi ayaklarının üstünde duran bir kadındı Cemile. 25 yaşında bir çocuğa deli gibi aşık olmuştu ama çocuk kendisine birgün Gaydırıguppak diye hitap edince nevri dönmüş, hayalleri yıkılmıştı. O hitabın tiksintisiyle yavaş yavaş soğudu ondan. Artık yaşlandığında apartman önlerinde kedi beslemekten korkuyordu ama, iyice yaşlanıp yarısı dökülmüş dişleriyle, “Mutluluğu ömürlerinin sonbaharında buldular” spotlu bir huzurevi evliliği haberi için poz vermekten daha çok korkuyordu. O da istiyordu kocası sigarasını içerken, küçük oğlu da karşısına geçip çubuk krakeriyle sigara içme taklidi yapsın. O da istiyordu evlendikten yıllar sonra bile Twitter bio’sunda “@bilmemkim ‘in eşi <3″ yazarak kendisini sapıkların DM’den yürümesine karşı korusun. Fakat olmamıştı bir türlü.
Çevresi umut vaadetmediği için çareyi internette aramaya başladı. Bu heyecanla forumlarda duygusal şiirler, hayatın sillesini yemiş insanlara özgü bir melankoliyle bezeli yorumlar ve bunalım halini yansıtan delişmen yazılar paylaşıyordu. Böylelikle “duyguları tatmin edilmeye muhtaç bir bayan var” sinyali göndererek birilerinin dikkatini çekmek istemişti. Facebook sayfasını ise Bülent Ortaçgil, İnce Saz, Şebnem Ferah tarzı bir zevkle örmeye başlamıştı. İlk bakışta anlaşılamayan şiirler yazan bütün muhafazakar şairlere duvarını açmıştı. Üstü kapalı şiir paylaşmak gizem demekti
, ne dediği belirsiz aforizmalarla konuşmak “ben sizden zeki ve duygusalım” haykırışıydı. Fakat bunlar istenen neticeyi vermiyordu. Facebook paylaşımlarının altında “budur!”, “Qerçeqten çoq annamlı”, “kuzenim iyi misin? Bi derdin varsa bize söyle” yazanlar onu tatmin etmezdi. Çaresizce bire bir oynamaya karar verdi ve gözüne kestirdiklerini özel mesajla dürtmeye başladı: “Çok güzel yazmışsınız. Bence siz her zaman yazmalısınız, ben hep okurum!”
Yaşı tam da istediği gibi biraz büyük, aklı başında, şiirden ve kadim lisandan anlayan birini bulmuştu bir forumda. Sanki şiir yaşıyordu bu adam. “Nasılsınız” sorusuna bile “halimin hâlıkına hamd ile iştigaldeyim” gibi cevaplar veren bir gönül adamıydı bu. Kısa zaman içinde kaldırılan profil fotoğrafına bakılırsa, kilosunu saymazsak idare eder bir tipti. Cemile “nasılsa inceltirim ben onu” diye düşünüyor, kendi kendine hınzırca gülüyordu. Bu beyefendiyi derhal Facebook’tan da ekleyip yakın markaja aldı. Devamlı olarak onu mesajlarıyla dürtüklüyordu. Aralarındaki sohbetin kıvamını durup dinlenmeden koyulaştırıyordu. Günaydın ve iyi geceler mesajlarını eksik etmiyor, ona duygusal şiirler ve aşk şarkıları armağan ediyordu. İçini gıcıklayabilmek için konuşurken laf aralarına ustaca “canım” kelimesini sıkıştırıyordu: “Olur mu canım öyle?” veya “Bence büyük eserler vereceksiniz canımmm arkadaşım” gibi birkaç cümle kurmadığı gün geçmiyordu. Zamanla “paşam” diye de hitap etmeye başladı. Bundan da netice alamayınca “Allah için ya, çok seviyorum sizi” ve “İflah olmaz hayranınızım, keşke her an sizi okuyabilsem” gibi damarları bile yokladı. Mehmet ise hep aynı tonda cevaplar veriyordu. Hep okuruyla konuşan bir duayen yazarın samimiyetsiz tevazuu vardı konuşmalarında. “Siz-Biz” duvarını bir kez olsun yıkmıyor, edebiyat kasmaktan bir an geri kalmıyordu.
Cemile’nin canına tak etmişti. Bu adamın derdi neydi? Bekar bir adam olduğu halde niçin kendisiyle ilgilenmiyordu? Son bir hamlesi kalmıştı, onu da denedi. “Hiç leblebi almaya da gelmiyorsunuz Çorum’a, ehehehe” diye çok ince ve bir o kadar da sinsi bir görüşme davetinde bulundu. Mehmet’se bu teklifi şiirlerini kitaplaştırmakta olduğunu söyleyerek geri çevirdi. Dünya Cemile’nin başına yıkıldı. Resmen ilgisizdi bu adam. Kendisini görmemiş, yok saymıştı…
Tüm kırgınlığını toplayarak Mehmet’in facebook profiline girdi. Bir nargile kafesinin bahçesinde çekilmiş profil fotoğrafıyla göz göze geldi. Mehmet’in tepesinden dökülmüş saçları, düz kafasının ortasında çorba kasesi gibi ışıltılar saçan bir alan bırakmıştı. Bahçeyi ısıtmak için kullanılan Ufo ısıtıcı tam o kel bölgeye vurdukça, kasedeki çorbanın dumanı tütüyormuş gibi bir kare oluşmuştu. Mehmet bu fotoğrafı koyarken bu detaya hiç dikkat etmemişti muhtemelen. İşte bu adam yazdığı onca sevda şiirine rağmen, kendisine bir tahta parçası gibi davranmıştı. Kadim dilden tiksiniyordu artık Cemile. Kendi tırtlığını kelimelerle sıvamaya çalışan zavallıların çıkış kapısıydı eski kelimeler. Ne olurdu binlerce şiir yazan şu adam bir kağıda “Hicranım dindirmeye / Gülzarımı dermeye / Cemilem var mısın / Benimle evlenmeye” gibi mütevazi bir dörtlük yazıp eline verseydi? Öyle yapmak şöyle dursun, resmen kendisini dekmüklemişti. Dekmük ise asla şairane bir kelime değildi. Lafını ettiği hislerden eser yoktu bu adamda… O an birşey olmaya başladı. Cilaoğlu’nun fotoğrafındaki kocaman göbeğinin deliğinde korkunç bir çizgifilm kahramanının ağzı oluştu. Bu canavar “gaydırıguppak, gaydırıguppak” diye çığlıklar atarak gülüyordu. Cemile bayılmadan önceki son an “arkadaşlıktan çıkar” düğmesini tıkladı.
EKİM 2009, ÇANKIRI
“İYİCE SAPITTI BU ADAM…”
Kadir, Mehmet Cilaoğlu’nun gazetesinde onunla birlikte çalışan tek insandı. Şu hayatta onu en iyi tanıyan kişiydi. Yıllar yılı Cilaoğlu’na katlanmıştı, fakat birkaç yıldır bu adamın ne yapmaya çalıştığına o da bir anlam veremez olmuştu. Gazetenin tüm işlerini savsaklayıp sabahtan akşama kadar şiir yazan bir adam olmuş çıkmıştı. “Hayır kurumu muyum lan ben, bunu mu besleyecem?” diye düşünüyor, fakat bir taraftan da ona acımaktan kendini alamıyordu.
bir gün Mehmet Cilaoğlu ona karanlık bir fikirle geldi. O güne kadar kaleme aldığı 3000 kadar şiiri bastırmak için borç istiyordu. Şiir kitabı başarı yakalayınca borcunu kapatacak, hem de kârı yarı yarıya paylaşacaklarmış. Şu hayatta borç isteyecek başka kimsesi yokmuş. Kadir bu fikirden hiç hoşlanmadı. Zaten bir süredir fena halde tepesi atıktı. “Kağıdı biz götürsek acaba ucuzlar mı Mehmedim?” diye sordu. Mehmet, “Olur mu, o işe matbaa bakacak, birkaç bin lirayı çok mu görüyosun bana?” diye bîzar oldu. Kadir, “Abi şimdi bunları bin adet bastırırsak çok pahalıya gelir. Sen benim yazıcıya kartuş koy, bende gazetelerden arda kalan fazla kağıt var. Şunlardan iki tane basıp derneklerde satmaya çalışalım, tutarsa matbaya gideriz” diye karşılık verdi. Mehmet Cilaoğlu yıkılmıştı.
ARALIK 2009, ÇANKIRI
KAYBOLUŞ
Mehmet Cilaoğlu yıllardır tek başına yaşadığı evindeydi. Ocağın altını yakıp çay koydu ve düşünmeye başladı. Hayatında şoklar üst üste gelmişti. Önce ediblerin, eleştirmenlerin övgüleri yerine evde kalma tedirginliğiyle sağa sola saldıran kadınların histerik ilgisine maruz kaldığını fark etmişti. bu onun edebi kişiliği için ağır bir mağlubiyetti. Sonra, elindekinin, avucundakinin şairlik peşinde koşarken tükendiğini ve eserlerini halkla buluşturacağı anda çaresiz kaldığını görmüştü. Yıllar yılı arkadaş dediği Kadir bile, matbaaya kağıt götürmeyi teklif edecek kadar inanmıyordu ona. Elde kalan gazete kağıtlarına kitabının basılması fikrini kaldıramıyordu. Son olarak bir şair adına açılmış bir web sitesinin yöneticisinden, kendi adına bir forum bölümü bari açılmasını istemişti. Forum yöneticisinin içinde bir canavar olduğunu bilememişti. Adam kendisine ünlü şair yancılığı, otlakçılık, kendini beğenmişlik, haddini aşmak gibi kelimelerle bir sürü sayıp dökmüştü. Yetmezmiş gibi işi yoksa gidip Falım sakızlarına mani yazmasını da salık vermişti. “Forumu batırdın, defol git yoksa banlarım seni” demişti. Bu adam onun kıymetini anlamamıştı. Belki de kıymeti yoktu, kimbilir? Şiir karın doyurmaz, saygınlık getirmez, beş para etmezdi aslında… Gül gibi gazetesini bırakıp 2 yılını ve tüm birikimini boşu boşuna feda etmişti.
Artık bir hiç anlamına gelen binlerce şiirini yok etmek üzere bilgisayarının başına geçti. Şiirlerini yazdığı forumların yöneticilerine şiirleri silinmediği takdirde hukuki haklarını kullanacağını belirten bir mesaj gönderdi. Daha sonra derin bir nefes aldı ve harddiski için format komutunu verdi. İşlem çubuğu harekete geçti. %2… %14… Biraz kilo vermişti Mehmet Cilaoğlu. %26… Sanki an be an sandalyesinde küçülüyordu. İşte %60 olmuştu. Mehmet Cilaoğlu birinci sınıfa gidiyordu. %69, %82… Sandalyesinde cenin pozisyonundaydı, yıllar yılı besleyip büyüttüğü haşmetli göbeği bir kordon haline gelmişti artık. Çubuk %99’a vardığında sadece git gide bulanan, git gide sönen bir bilinç halinde, önünde akan ekrana bakıyordu.
İşlem çubuğuyla birlikte Mehmet Cilaoğlu da bu dünyaya veda etti. Nermin ve Cemile bile hatırlamadı onu. Sanki hiç olmamış, hiç yaşamamıştı.
Efendim ocağa koyduğu çay mı ne oldu? Ben ne anlatıyorum, siz neyin derdindesiniz. Gidin de altını söndürün sevgili okurlarım.
Ahmet Yıldırım