Efem ne de olsa Hac zamanı hep Kurban Bayramına rastlıyor. Artık iyi biliyoruz ki bu rastlantılar şeriatçıların gizli gündemlerinin bir parçası. Hem ilginç bir durum var. O Mukaddes Emanetleri İstanbul’a getirmeyi bildik de kimsenin aklına Kâbe’yi İstanbul’a getirmek gelmedi. Böylelikle Hac ibadeti için Mekke’ye gitmeye gerek kalmaz, Araplara da para yedirmezdik. Cuma namazını kazaya bırakıp, evinde tek başına kılabilen devlet büyüklerimizin bu mevzuya el atmaması eseflendirir beni.
Öğle namazı der dururlar. Bu, şafilere göre 4 rekâttır. Hanefilere göre kaç rekâttır pekâlâ? Onu bilmeyecek ne var, o da 5 rekâttır. Bu farklılıklara şaşırmıyorum, zira bazen pencereden camiye baktığımda cemaatin farklı telden çaldığına şahit oluyorum. Kimi yatarken kimi ayakta dikiliyor. Ülke dışına çıktıklarında bozuk fikirleri hemen gün yüzüne çıkan ve farzları iki rekâta indiriveren uyanıklara ne demeli?
Şu ülkemizin kıymetini bilelim. Laiklik ilkesini çiğnememek için Allahaısmarladık gibi ifadeleri kullanmayan çok duyarlı büyüklerimiz var. Böyle duyarlı ve dinimizi çok müthiş, fevkalade, fevkin fevkinde, enfes bir şekilde tanıyan insanlarımız oldukça bu ülkede, laik sistemimizi Nuh Tufanı bile yıkamaz. Harbiden yıkamaz, gerçekten yıkamaz. Dinimizi çok iyi bilen bu insanlarımızın bazı fetvaları da var ki, devlet bandrollü dini hükümlerdir. Sakıncası yok, bu hükümleri doya doya kullanabilirsiniz:
Hacerül Esved, İyon şeylerinden kalma bize, atası da bizim Ege canım, Efes civarları… Kâbe mesela tavla zarına benziyor. Hem Mekke’den Medine’ye kaçma olayının doğrusunu bandrollü dini hükümlerden dinlemeli. Bandrollü bilgi her zaman en iyisidir, korsan değildir, kaçakçıların korkusudur. Zaten ayetler de uzun bir tefekkürün neticesinde ortaya çıkmış ifadelerdir. İslam ananesi diye bir kavram vardır mesela… Bu ananeye göre Cebrail adında bir melek, ayetleri Peygambere ilham yolu ile iletir, öğrendiniz mi?
Bandrollü dini bütün insanlarımız işin teorik kısmını bitirdiler ve bizi çeşitli uygulamalarla aydınlığa çıkarıverdiler. Ezanın Türkçe okutulması elbette bizim için yapıldı. Sırf söylenenleri anlayalım diye, ezan okunduğunda hemen camilere koşalım diye. Zaten Cumhuriyet dönemi ile camiler de külliye nizamından kurtarıldı ve insanların vicdanlarına kapattığı dini hükümleri yaşadığı mekânlar oluverdi. Türkçe Kuran, Türkçe hutbe filan peşi peşine gelen hayırlı devrimler oldu. Elifba eğitimini jandarmalarımız zapturapt altına aldı. Filmlerdeki yobaz hoca sahneleri hepimize bunun gereğini göstermiştir. Kara cüppeli
, sarı dişli, çarpık suratlı, yalancı, sahtekâr hocaları, şıhları bu filmler sayesinde tanımış olduk. Tüm bunlar için, başta Halide Edip’e teşekkürler. Siz bu hocaları bilmezsiniz. Filmlerden öğrendik ki, bu insanlar Kurtuluş Savaşımıza bile karşı gelmiş, Yunanlılarla işbirliği bile yapmışlar. Hacı, hoca filan demek güzel yasalarımızca bu insanların şerrinden korunabilmemiz için yasaklandı.
Bunların yanında meclisimizde müzakeresi yapılan ama uygulanamayan çok pozitivist, moderin, bilimsel dini hükümler de vardı. Camilere sıralar koyacaktık, ayakkabılarla girecektik sonra bu kutsal mekânlara. Müzik aletleri için bir sahne de yapacaktık camilerimize. Bak camilere sıraların koyulması iki kat daha fazla isabet olur. Niye? Çünkü secde durumunda, oturur vaziyette büyük sıkıntılar çekiyoruz. Bıçak gibi ütülü pantolonlarımızla diz çöktüğümüzde kırışmalar meydana geliyor. İşte bu yüzden sandalye ve sıralarda oturmak umumi bir ihtiyaç haline geldi. Hem zaten bizim dinimiz tabiat dini, bunun neticesi terakki dini değil mi? Namazda oturmak ibadet erkânından değilmiş. Ama illa ki oturmak üzerine bir misal istiyorsanız
, hemen gösterelim. Hoca Cuma namazında iki hutbe arasında oturur ki, işte bu sıra oturmasıdır. İnsanlar ilk önce entari, şalvar filan giyiyorlardı. Oysa şimdi herkes pantolon giyiyor, o yüzden oturarak namaz kılınması, bir terakkiye işarettir. Namazlarda ayakkabı çıkarmaya da zinhar gerek kalmadı. Çünkü cenaze namazları ayakkabı ile kılınıyor. Gerçi cenaze namazı düpedüz ayakta kılınıyor.
Önceleri, secde yerleri kirlenmesin diye ayakkabısız giriliyordu. Ayak basılacak yerlerle, secde edilecek yerler ayrılırsa, iş çözülür. Bir de namazı baş açık kılmak gerekir. Bir büyüğün karşısına çıkarken, şapkanı çıkarıyorsun, O halde namazda Allah’ın karşına çıktığın için baş açık olması daha evla olur. Cami ve mescitlerde kılınacak cemaatle namazlara da bir düzenleme gerekiyor. Namazlar iki vakitte olacak; bir sabah, bir de akşam yemeğinden sonra. Namaz rekâtları da sekizi geçmemeli. Cuma namazları da saat 9’a alınmalı. Başlamışken bitmeliydi bunlar… Devrim hareketini başlattık ama devamını getiremedik. Salladık ama yıkamadık, ne çare! Vurduk ama öldüremedik! Ah, ahhh ah…
Okullarda okutulan din derslerine de bir el atmak gerek. Miraç, Âdemin çamurdan yaratılması gibi hikâyeler kesinlikle yasaklanmalı. Bu arada şu mevlit, içeriğindeki bilgiler çok sakıncalı olduğu için derhal yasaklanmalı. Yerine de Türk büyükleri adına mevlitler yazılmalı ve derslerde okutulmalı. Peygamberin, doğumuna, şahsına, hısım ve akrabasına, durum ve tutumuna, Allah’la alakasına ait tarihe ve vesikalara dayanmayan ve hatta Türkleri Araplaştıran bu mevlit beyitleri çok tehlikelidir. Misal, ‘’Bir kez Allah dese aşk ile lisan/Dökülür cümle günah misl-ü hazan’’ Gibi mısralar kesinlikle yasaklanmalı. Çünkü bir defa Allah demekle, günahlar hazan yaprağı gibi düşer, demek, o toplumun ahlaki kıymetini hiçe indirmiş olur. Hac da yasaklanmalı. Araplar bizi arkadan vurduğu için, İslam’ın şartlarından olan bu ibadet düşmüştür. Bunun yerine Kâbe’yi ziyaret daha faziletlidir. Bunun yanında 19 Mayıs, 23 Nisan, Cumhuriyet Bayramı gibi merasim günleri, hacdan daha kıymetli milli bir ibadettir.
Kadınlarımız… Köylerimizde değil, kasabalarımız ve illerimizdeki kadınlarımız yüzlerini, gözlerini filan gizliyorlar, kapatıyorlardı. Bir de sıcak mevsimlerde, şu kapanış biçimi kadınlarımıza büyük acılar ve sıkıntılar veriyordu. Allah’ın gölgesi, Peygamberin vekili olduğunu söyleyen küstah simsarlar ve baykuşlar, her şeyi olduğu gibi kadınlarımızı da kokuşmuş çuvallar haline getirmişti. Filhakika ulusumuzun yarısını teşkil eden kadın, şeriat zihniyeti yüzünden haremlerin kafesleri arkasında bir esir hayatı yaşıyordu, yetmedi sokağa çıktığı zaman da bir heyula gibi dolaşıyordu. Kadınlarımız… Ortaçağ karanlığından yola çıkan medeniyet trenimiz, nihayet kadınlarımızı aydınlığa çıkarmayı başardı. Trenimizi peşine takmış bir gazetemiz güzellik yarışması düzenledi ve biz de bu sayede terakkiyi, bilimi mürşit kabul eden yeni medeniyetimizin kotlarına vakıf olduk, medeniyetin bembeyaz gömleğini üzerimize geçirip, ellerimizi birbirine sımsıkı perçinledik. Her güzel Türk kızı, bizi geleceğe taşıyacak, ortaçağ karanlığından kurtaracak bu yarışmaya katılmasaydı, kendi nefsine karşı günah işlemiş olurdu. Aslında zihnimizde yarattığımız ve bizi otokontrole sevk eden bütün maneviyat hissini, nefsimizin önünde bir engel olarak tutuyoruz. Bu da terakkimize mani bir durum teşkil ediyor. Nefsimize karşı günah işlememek için, zihnimizde yarattığımız maneviyatı aşmamız gerekiyor. Bu vesile ile kadınlığımızın propagandasını çok ucuz bir maliyetle yapmış oluyoruz. En önemlisi de dün haremde doğup, yarın operanın gümüş köprüsü üzerinde yürümek az bir başarı mı? Bir milletin tekâmülünde böylesine bir mesafe alışı hiçbir ulus gösterememiştir. Aslında göstermesi de imkânsızdır. Çünkü hem lisan yönünden, hem de diğer ulusların kökleri açısından bizim ulusumuzun yeri müstesnadır. Biz hepsinin kökleriyiz, toprağın altına doğru derinleşmiş kökler, bizim atamızdır. Arapça bile bizim dilimizden türemiştir. Gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır ve hatta uygarlığın gereklerini yapmak da insanlık için yeterlidir. İnsan dinsiz olmaz, ama dini de tabiattır. Öyle olmayacak da, Arapoğlunun yaveleri mi olacak?
Vaziyet bu olunca, din adamlarına ne lüzum var ki? Hepsini birden asmak gerekir, terakki için. Hem tabiat dinine de bu yakışır, değil mi? Aslında dinimiz akıl da olabilir, millet de… Aklım karıştı şimdi! Ama şunu biliyorum ki mabudları yaratan insandır. Yani bu manevi duyguların hepsini insan yaratmıştır. İlk balıklar bizim atalarımızdır. Atalarımız, nasıl olduysa oldu karaya çıkmaya başladı. Zamanla atalarımız bugünün mütekâmil memeli hayvanlarına kadar tekâmül etti. Bu hayvanlar zümresinin başında; sıra ile maymunlar, kuyruksuz maymunlar ve nihayet insanlar gelir. Bir başka rivayete göre de insanlardan önce, halkada ayılar vardır. Aslında bu bilimsel veriler de gösteriyor ki; hayat tabiatın haricinde değildir. Tabiatın fevkinde bir amelin eseri de değildir. Hayat zaruri bir tabiat hadisesidir. Böyle olunca ‘’Bizi kim yarattı?’’ sorusu da düşer. En hakiki mürşit ilim ise, bu bilimsel verilere inanmak şart olur. Bilimsel verilere dayanan fikrimizi, sonu insanlığa çıkan zincirin kısa bir zamansal aralığı vasıtasıyla müşahhaslaştıralım:
Sularda yaşayan kurtçuklar, zamanla balık haline geldi. Bu balıklar da karaya çıkmaya çalıştı. Karaya çıkan balıkların bir kısmı hızını kesemedi ve ağaca tırmanmaya başladı. Bir kısmı da karada yüzmeye, özür dilerim yürümeye başladı. Karada yürüyenler aslana dönüştü, ağaca çıkanlar da yarasaya. Güneşi görünce çok şaşırıp, ‘’Aaaaaa’’ diyen ilk insanlar, işte böyle zor şartlar altından geçerek insan olabildiler. Onlarla ne kadar gurur duysak azdır. ‘’Aaaaa’’ şaşkınlığından alfabenin ilk harfini bulan ve ‘’Ankara’’ ismini dilimize kazandıran atalarımız, bize müthiş bir müktesebat bırakmıştır.
Mevlana ve müritleri soytarıdır mesela. Bu bilgi bandrollüdür, karşı çıkamazsınız. ‘Ümmet leşi’ ifadesi de bandrollü hükümlerimizdendir. Osmanlı bile kendilerini Allah’ın gölgesi sanan sultanların idaresindeydi. Bu sultanların kimisi baykuş, kimisi de simsardı. Çünkü yobazdılar, durmadan azdılar. Komik di mi? Neyse diyorum ki bu rejim olmasaydı, gerçekleri öğrenemeden geçip gidecektik.
Şimdi size has bandrollü bilgiler sunayım:
Ey Büyük ….! Ey Tanrının oğlu…
Ben ….’ün çocuğu, yurdun ve ulusun kuluyum…
Onun yolu bizi yalancı ahret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır…
Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel…
Bu taş daha kutsidir o kabenin taşından…
Sana güneş mi desem, Tanrı mı desem sana?
Se…’ten yükseldi ilahların bir eşi…
Kurtulmak, kurtarmakta hacet yoktu Allaha!
Yaratmak, işte budur Allahların elinde…
Yılda bir borcumuzdur Cumhuriyete tapmak…
Her varlığın, her kudretin üstünde o…
Yeteri kadar öğrendiniz sanıyorum. 1938 yılı günümüzden ne kadar ilerideymiş, hayıflanmadan edemiyorum.
Nur hanım var, CHP milletvekili hanım… Ne demişti Cumhuriyet mitinglerinde? ‘sen adı konmamış bir peygambersin!’ Hem zaten ‘Allah bizi şeriattan korusun!’ şeyi de böyle bir mitingte söylenmedi mi? Her şey aşikâr, ne diyelim daha, anlayın artık!!!
Mevlüt Karadeniz