Çocukluğumun nerede geçtiğini hatırlamıyorum. Hafızamda hiçbir şey tutamadığımdan ya da hatırlamak istemediğim şeyleri hafızamdan silip attığımdan değil. Yaptığım yığınla yolculuk, gönderildiğim onca yer yüzünden. Çocukluğumda hep bir şeylere veda ettim. Şimdi bile yerleşik hayata geçtiğim söylenemez ama küçükken tam bir göçebeydim. Kalem, tıpkı kağıt gibi tren camlarıyla da bir bağ kurabilseydi zorlanmadan bütün hatıralarımı yazabilirdim.
Kimsesiz kaldığımda yaşım 4’tü. 16’ıma basana dek ne kadar uzak akrabam varsa meşin yuvarlak gibi aralarında gidip geldim. O yıllardan bahsetmek istemem. Büyüdükçe, benimle beraber büyüyen anormal huylarım oldu. Bir topluluğun içinde her şey normalken bile gergin olmak, insanlar arasında kaskatı kesilmek, hiç içinden gelmese de gülmek zorunda olmak, elini, ayağını, tüm vücudunu nereye koyacağını bilememek, sesini olabildiğince kısmak gibi şahanelikler bunca yıl sonra bile etkisini tam olarak yitirmedi. Çocukken kurduğum hayallerin tümü yok olmak üzerineydi. Tamamen yok olmak değil. Sadece bedenimin, varlığımın şu görünen kısmının yok olmasını düşlerdim hep. Görünmeden yaşamak… Kavuşmak istediğim tek oyuncak buydu.
16 yaşına geldiğimde nasıl olduğunu hala bilmediğim bir şekilde hiç tanımadığım bir aileye şutlandım. Baba, anne ve iki de çocuktan oluşan dört kişilik bir aileydi bu. Baba otoriter, anne ondan daha otoriterdi. Çocukların biri çılgın, diğeriyse tam bir feşeldi. Bunlar, daha önce defalarca denk geldiğim örneklerdi. Bu yüzden hiç yabancılık çekmedim. Fakat büyük bir şehirde yaşıyorlardı. Bu 11. şehrimdi. Daha önce bu kadar büyüğünü görmemiştim.
Bu yeni eve adım atalı sanırım bir hafta olmuştu. Evin babası beni yanına çağırarak elime altın bir saat tutuşturdu. Bu saatin onun için çok kıymetli olduğunu, hatırası bir yana ayrıca çok da pahalı olduğunu, örneğinin az bulunduğunu, gelgelelim ayarlarında bir sorun oluştuğunu ve tamir edilmesinin gerektiğini söyledi. “Ben saat tamirinden anlamam” diye gerzekçe bir cevap verdim. “Biliyorum” dedi evin babası. Saati tamir etmesi için saatçiye benim götüreceğimi söyledi. Adresi kağıda yazıp bana verdi ve kapıyı göstererek gitmem gerektiğini belirtti. Adam beni denemek istiyordu, burası açıktı. Ceketimin bir cebine saati, diğerine kağıdı koyup evden çıktım.
“Balo mahallesini geç, şölen sokağına gir, festival çarşısında dur… yok, durma, aynı hızla yoluna devam et. Elli metre ileride yolun dörde, dünyanın ikiye ayrıldığını göreceksin. Burada vereceğin karar çok önemli. Sen bilirsin ama bence sağa dön. Yürümeye devam et. Şenlik yazan iş hanına gir, ikinci kata çık, Şen Şakrak Saatçilik yazan dükkana gir, orada Mutlu Göbekat’ı bulacaksın. Saati ver ve selamımı söyle.” Bir yandan yürüyor, bir yandan da cebimdeki kağıdı çıkarmış saatçinin adresinin yazılı olduğu bu cümleleri okuyordum. Bir saati tamir ettirmenin bu kadar eğlenceli olacağını düşünmemiştim. Çılgınca bir sevinç doldu yüreğime. Kendimi tutamayıp yürürken dans etmeye başladım.
Balo mahallesini geçtim, şölen sokağına girdim, festival çarşısında durmayıp yoluma devam ettim. Elli metre ileride yolun dörde ayrıldığı noktaya vardım. Tavsiyeye uyarak sağdaki yolu tercih ettim. Yürüdüm… Yine yürüdüm… Boyuna yürüdüm. Yok, şenlik iş hanını bir türlü bulamadım. Yürümeye devam ettim. İki saattir yürümeme rağmen iş hanı hala piyasada yoktu. Artık ayaklarımda derman kalmasa da azimle, inatla, hırsla, dans ede ede yürüdüm. Sonunda şehre ait olmadığını, şehirden bağımsız bir şehir olduğunu düşündüğüm bir yere vardım. Bu yer bir hurdalığa benziyordu. Her yer kir pas içindeydi. Etrafta çöp yığınları vardı. Her köşesinden yağ akan çöp yığınlarında yuva yapmış sineklerin vızıltılarını duyabiliyordum. Yerde cam kırıkları, devrilmiş çöp bidonları, elektrik telleri, elbise parçaları, sabun köpükleri, hayvan pislikleri, kırık mezar taşları vardı. Bundan yüzyıllar önce kendisini birdenbire buna yakın bir ortamda bulan o zavallı şairi, Pierre Gringoire talihsizini hatırlayıp korkuyla ürperdim. Onun yaşadığı o korkunç hatıranın başlangıcında sayılırdım. Sonunda kurtulmuş olsa da onunla aynı kaderi paylaşmak istemiyordum. Esmeralda çoktan ölmüştü. Hala vakit vardı. Kaçıp kurtulabilirdim. Manzaranın korkunçluğuna rağmen bu düşünceyle içim rahatladı, ferahladım. Geri döndüm ve yirmili yaşlarda beş tane hırpani kılıklı genci karşımda buldum. Pierre bi git Allah aşkına. Seni neden hatırlamıştım ki! Ne diye düşmüştün aklıma! Kemiklerin sızlasın inşallah.
Beş serseri yan yana dizilip yolumu kapatmıştı. Hepsi yiyecekmiş gibi bana bakıyordu. Bir dakika kadar tek kelime etmeden onlar bana, ben de ayakkabılarıma baktım. Yüzlerine bakarak buradan nasıl kurtulacağıma dair bir plan yapamazdım. Bakabileceğim tek yer ayakkabılarımdı. Bu sayede zekice bir plan yapabilirdim. Bense bunun yerine bir dakika boyunca hangi ayağımın daha büyük olduğunu hesap etmeye çalıştım. Sol ayağım sanki biraz daha büyüktü. Sonra gençlerden biri dibime kadar geldi. O narin elleriyle pantolonumun ceplerini yokladı. Bir şey bulamayınca ceketime yöneldi. O kibar, o zarif elini ceketimin cebine attı ve saati aldı. “Bu saat artık benim” dedi. Şaşkınlıktan dilimi yutmuştum. Tek kelime edecek olsam, ağzımdan çıkan o kelime bir canavara dönüşüp beni yutacakmış gibi geliyordu bana. Kritik anlarda bana hiç güven olmazdı. Duyduğum heyecan doruğa ulaştığında artık konuşmak
, bir şeyler söylemek gerektiğini anladım. Anladım anlamasına da ne diyecektim? Mutlu Göbekat’ı tanıyıp tanımadıklarını sordum. Dediğim gibi, kritik anlarda benden uzak durmak gerekir. Güldüler. Onlar gülerken ben de son misafir olduğum aileyi, ailenin babasının tamir ettirmem için bana verdiği saati, adresin yazılı olduğu kağıdı, dans ederek yürümemi, kaybolmamı, hurdalığı, çöp yığınlarını, cam kırıklarını hatırladım. Birden kendime geldim. Saat… O bana emanetti. Emanete hıyanet edemez, onu kimseye yediremezdim. Hem, bu saatle deneniyordum. Eğer onu kaybedersem, Allah korusun, sonum o bahtsız Polikuşka gibi olabilirdi. Artık topa girmem gerekiyordu. Cesaretlenip onlara baktım ve “biliyor musunuz” dedim. Yüzlerindeki sert ifadeyle bana bakıp kaba sesleriyle bağırır gibi “neyi biliyor muyuz”, “neyi ulan”, “neyi bileceğiz” gibi şeyler söylediler. Altta kalır mıyım, “sol ayağımın sağ ayağımdan daha büyük olduğunu” dedim onlara. Çuvallamanın da böylesine ilk defa şahit oluyordum. Onlar ayaklarıma bakarken cesaretimi yeniden topladım.
Saati alan çocuğa “rica etsem saati geri verir misiniz” dememle bir kahkaha kopardılar ki sinirimden ben de güldüm. “Ver ulan” ya da “vereceksin o saati” değil de “verir misiniz” demem onları eğlendirmişti. Beni bu komik duruma düşüren kibarlığımdan, daha doğrusu budalalığımdan utanç duyuyordum.
İçlerinden biri (sanırım çetenin lideriydi) saati alana dönüp “Emre” dedi, “hep ne zaman doğduğunu bilmediğin için şikayet ederdin. Sence kaç yaşındasın?”
Emre “sanırım 24” diye cevap verdiğinde şaşırarak yüzüne baktım. En az dört seneyi bulan bir tahmin hatasıydı bu. Yaşını büyük göstermek, büyük bir adam olduğunu ispat etmek gibi bir çocukluk yapmak istemiş olabilirdi Emre.
Çetenin lideri Emre’ye “artık 47 yaşındasın” dedi, “neden biliyor musun? 24 yaşına gelene kadar sana hiç kimse “sen” bile demedi. Tam 24 yıl boyunca sahiplerin senden bir şey isteyecekleri zaman dillerini yormadılar. Çünkü el ve ayakları vardı. Tekme ve tokat zavallı köpek.”
Az önceki kahkahalar yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Emre’ye baktım. Sağ ayağı yerdeki taşlarla oynuyor ve gözleri bu oyunu seyrediyordu. Garip bir hali vardı. Bocalıyor gibiydi. Hareketlerinin düzensizliğinden sinirli olduğu sonucunu çıkardım. Herkes susuyordu. Ardından liderleri sesini yükselterek “bu fasulye” dedi (beni kastediyordu) “insanların seni aşağılayıp durduğu 24 berbat seneden sonra sana “siz” diye hitap etti. Yani seni bir insan yerine koydu. Bu bir ilk. Al işte
, doğum günün bugün ve 47 yaşındasın çünkü fasulye sana bu nezaketiyle bir 24 yıl daha verdi.”
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama uzun bir süre güldüler. Sonra Emre bana bakarak “bu değerli saat ve nezaketin için teşekkür ederim. Şimdi gidebilirsin” dedi. “Çaldığın bir şey için mi teşekkür ediyorsun” diyecektim ki bunun bir kavgaya sebep olacağını düşünerek vazgeçtim. Amacım kavga etmeden, anlaşarak bu işi çözmekti. Öyle bir şey yapmalı ya da söylemeliydim ki hem kendimi gelebilecek herhangi bir zarara karşı güvence altına almalı, hem Emre’yi saati bana geri vermesi konusunda ikna etmeli, hem de onun benim için bir tehdit olma ihtimalini engellemeliydim. Aklıma gelen ilk cümleyi ötesini düşünmeden dillendirdim. “Saati ceketimin cebine koymadan hiçbir yere gitmeyeceğimi anlaman için sana meydan okuyorum” gibi aslında hiç de söylemek istemediğim bir şey söyledim. Kavga etmek istemediğim birine söylenecek şey miydi bu? Pişman olmuştum ama laf ağızdan çıkmıştı bir kere. Hala aklım almıyor. Akrebi kendimden uzaklaştırmak için onu zehirli iğnesinden tutmuştum.
Benim bu sözümle yanındakiler Emre’yi kavga etmemiz için kışkırtmaya başladı. Tuhaf şeyler söylüyordular. Emre’ye zayıf bölgelerimden bahsettiler ve karnıma çalışmasını tembih ettiler. Ne de olsa ona meydan okumuştum. Kavga kaçınılmazdı. Çaresiz bir durumdaydım. Bir umut etrafa bakındım. Esmeralda hala ortalarda yoktu. Anlaşılan gelmeyecekti. Gelmedi de.
“Fasulye” diye söze başladı Emre, “sana bir şans daha veriyorum. Ya uslu bir çocuk gibi defolup gidersin ya da bana meydan okuma cüretini gösteren o dilini koparırım. Ne dersin?”
Ne diyebilirdim ki? Hayatım boyunca hiç kimseye elimi kaldırıp da vurmamıştım. Kavga konusunda deneyimsizdim. Kavga henüz keşfetmediğim bir diyardı. Kalsın, keşfetmek de istemiyordum zaten. Hiç gücüm yoktu. İnce bir dal gibi kolayca kırılabilirdim. Kemiklerim gelişmemişti. Yanaklarım içe batıktı. Dişlerim beyaz değildi. Sol ayağım sağ ayağ… Zayıftım. Kendimi tek elimle taşıyacak kadar zayıftım. Dediğim gibi, bugüne dek hiç kavga etmemiş, hiç kimseye vurmamıştım. Şimdi de buna niyetim yoktu. Fakat yapılan haksızlığı da kabullenmek işim değildi. Nasıl hareket etmem gerektiğini bilemiyordum. Emre ne olursa olsun geri adım atmayacaktı. Dört arkadaşının yanında onurunu zedeleyecek bir duruma düşmektense ölmeyi tercih ederdi. Bunları düşünürken aklıma acayip fikirler geliyordu. Evet, karşımda gururu için her şeyi göze alabilecek biri vardı. Onun gururunu incitmeden saati geri almanın bir yolu olmalıydı. Bulmuştum… Fakat bu sefer ne söylediğimi bilerek saçmalıyordum.
“Tamam Emre” dedim, “saatin sana ait olduğunu varsayalım. Senden rica etsem onu bana hediye eder misin?” Kopan kahkahaları ve bir kez daha düştüğüm komik durumu anlatmama gerek yok sanırım.
Emre “şuna bakın çocuklar” dedi, “saatimi ona hediye etmemi istiyor. Ona bunun yerine daha ağır bir hediye vereyim mi?” Hep bir ağızdan “ver, ver” diye bağırdılar. Kendimi hazırlamıştım. Eğer bana vuracak olursa karşılığını kat kat verecektim. İlk hamlenin ondan gelmesi sinirlenmeme, sinirlenmem de ona hak ettiği dersi vermeme sebep olacaktı. Evet, ilk hamle ondan gelmeliydi. Geldi de. Fakat bayılacağımı hesaba katmamıştım. Bu kesinlikle saatten daha ağır bir hediyeydi.
“Saat… Altın saat… 24’e 24 ekleyince 47 etmez. Eksik topladın budala herif. Duydunuz mu, Polikuşka kendini asmış. Sayın Mutlu Göbekat, Şen Şakrak Saatçiliği hiçbir baskı altında kalmadan… ooo kimleri görüyorum, nerelerdeydiniz hanımefendi gözlerimiz yollarda kaldı. Dağ keçisi mi bu? Hey Emre, yolun dörde ayrıldığı o noktaya git. Orada bir büyücü göreceksin. O seni dünyanın ikiye ayrıldığı yere götürecek. Orada beni bekle. Ben gelene kadar durmadan dans et. Ne fasulyesi, adım Mehmet. Mehmet Tayfa. 48… Emanet… Hoşça kal…”
Etrafıma toplanan insanlardan duydum. Baygınken bunları söylemişim. Hemen elimi cebime attım. Saat yoktu. Bir hafta boyunca bu korkunç hurdalıkta çalmadığım kapı, bakmadığım yer kalmadı. Çeteden hiçbir iz yoktu. Belki bir saatçiye satmışlardır düşüncesiyle aylar boyunca şehirde ne kadar saatçi varsa hepsini tek tek dolaştım. Yoktu, hiçbir saatçide yoktu o altın saat. Saati bulmadan o eve geri dönmeyecektim. Yıllar geçti. Hala arıyorum saati. Bunca yıl sonra aklıma daha yeni gelen bir şey var. Görsem bile tanıyabilir miyim saati? O olduğunu anlayabilir miyim? Sanmıyorum.
Bu arada şehrin batı yakasında yeni bir saatçi dükkanı açıldığını duydum. Yarın gider bir bakarım. Belli mi olur, bakarsın…
Ahmet Memnun