Canım Mahamacığım,
Herkes mektubunu geleceğe, oğluna, sevgilisine filan yazarken seni ben hatırladım. Sana dostluk elimi ben uzattım. Naber lan? Umarım bu samimiyet dolu açılışım seni rahatsız etmemiştir. Sözlerime “Ey gönül!” diye de başlayabilirdim, ama takdir edersin ki beni “geldi yine ezbere öğüt vermeye soytarı” diye anmanı istemem.
Mahama memleket nere?.. Bhutan, Bruney, Cayman Adaları, Curaçao, Doğu Timor, Dominik Cumhuriyeti, Guadeloupe, Guyana, Hollanda Antilleri, Kamboçya, Laos, Martinique, Montserrat, Sri Lanka, Surinam, Svalbard; söyle hangisi? Bu saydığım yerlerin hiçbiri Afrika’da olmayabilir ama sen yine de birini seçip yaz. Biz ismini doğru dürüst duymayıp haritadaki yerini bilmediğimiz ülkelerin hepsinin Afrika’da olduğunu sanıyoruz. Kanarız yani. Öte yandan
, eminim ayda bir kere bile seni hatırlamayan insanlar arasından sıyrılıp, sana seslenen bu koca yürekli dostunu tanımak istiyorsundur. Bak anlatayım. Ben İstanbul’da yaşayan bir insanım. Fazla taşrasına çıkmazsan güzel bir yer sayılır. Aslına bakarsan buraların yerlisi değiliz. Senin var mı bilmiyorum, bizim büyük atalarımız varmış vaktinde. Bunlar bayırda çayırda koyun otlatır, dertsiz tasasız gezer, at oynatır şenlik ederlermiş. Derken bir gün beyimizin yatağını pıtırak üstüne kurmuşlar. Pıtırak deyip geçmeyeceksin, adamın derisine batsa damarlarını sökmeden çıkmaz namussuz. Saat gibi uçuk kaçık şeyleri bile icat eden atalarımız savaşlarda bunlardan fırlatmayı niçin keşfedememiş dersin?.. Neyse Mahama, beyimiz uyanınca yünlü kıyafetlerini temizlemeye çalışırken tüm kıyafetini parçalayıp beyaz don, beyaz atletle kalıvermiş ortada. Çocuğun biri “Hakanımız çıplak, kağanımız çıplak!” diye bağırıp ağlamaya başlayınca beyimiz bir avuç sadık adamıyla beraber batıya doğru gidip bu rezaletin hatırlanmadığı diyarlara varmak istemiş. Böyle böyle 3-5 bin kilometre yol yapmışlar. İnanır mısın Mahamacığım, ben sıkıştığımda tuvalete gitmeye bile üşeniyorum bugün, at sırtında kaç bin kilometre yol gitmek şöyle dursun hele.
Biz beyimizin peşinden ta Anadoluya kadar yürürken, afedersin teke gibi koktuğumuz için savaşın yüz yüze yapıldığı o devirlerde kimse bize karşı duramamış. Atalarımız kılıçlarını kaldırmak için kolunu az oynattı mı adamlar ya düşüp oracıkta ruhlarını teslim etmişler, yahut da burunlarını yüzgeri edip koşa koşa kaçmışlar. O yüzden o topraklarda nüfus yoğunluğu düşmüş, herkes varıp Anadolu’ya soluklanır olmuş. Bugün aynı koku, güneşli bir ağustos gününde, klimasız bir belediye otobüsünde tutunma askıları çevresinde de Avrupa’ya Türk göçünü başlatabilir. O yüzden sen arkamızı iyi kolla, biz çıkınca siz girin. Doğumuz it kopuk dolu. Babana, emmine deyiver de onlara bırakmayın bu cennet vatanı güzel kardeşim. Bir de şimdi sana yaranmak için atalarımız hakkında ileri geri konuştum. “Başlarım senin mizahına vatan millet düşmanı” diye üstüme gelebilecek yiğitlere karşı da dualarını esirgeme benden.
Ne diyordum? İşte bu göçler böyle böyle 7 yüzyıl devam etmiş. Adımız henüz göbek havası melodisi gibi Mönglü, Bınglı filan iken vardığımız yerde adı İzzeddin Keykavus, Gıyaseddin Keyhüsrev olan adamlardan ürküp onları başımıza geçirmişiz. Derken terk ettiğimiz topraklarda, avucunda bir damla kan pıhtısıyla Timuçin diye bir psikopat doğmuş. Gençliğini şöyle böyle mahalle kavgalarında geçiren bu adamın Börte isminde, şimdi asılıyormuşum gibi olmasın ama pek güzel, bir içim su bir karısı varmış. İşgüzarın biri bu kadını bir kavgada kaçırınca Timuçin epeyce sinirlenmiş. Adamcağızın yerinde sen olsan sen de kızarsın Mahama. Kızış o kızış, kadın kaçırıldıktan 9 ay sonra ilk doğumunu da yapınca adam iyice hırslanmış. Bu hatıranın izini silmek için adını Cengiz olarak değiştirip önüne geleni öldüre öldüre Avrupa’nın göbeğine kadar yardırmış. Adeta ekolojik bir devrim yapıp toprakları insandan temizleyerek iklimi ılımanlaştırmış. Bu kız kaçırmanın öfkesi sonraki nesillerde unutulduğu için yavaş yavaş güçten düşmüşler. Biz de onları gerisin geri Moğol bozkırlarına sürmüşüz. Sen akıllı ol, sakın Moğol kızlarına yan gözle bakma. Ellerinin ayarı hiç yok mazallah.
İşte biz Anadolu’ya yerleşen o insanların torunlarıyız sevgili kardeşim. Kendimi anlatacağımı söyleyip atalarımı anlatmış olmam umarım seni hayal kırıklığına uğratmamıştır. Üniversite derslerimizin ilk günlerinde, herkes sırayla kendini tanıtmak üzere ayağa kalkar, CV’lerinin tükenmez kuvveti hakkında konferans verirdi. Bense sıra bana gelince sadece Ahmet der ve yerime otururdum. Var sen düşün bu hayatta nasıl bir yerim var.
Sen neler yapıyorsun güzel kardeşim? Dur ben sana yardımcı olayım; her gün doğan güneşle uyanıp kırda bayırda geziyor, yemeklerini toprakta serinletiyor, arazi kavgalarını değirmene yakın yeri kapmak için yapıyorsun. Çocuklarınız tuşlara basıp “drşiyaa, hayaaaa” diye efekt yapmak yerine, birbirini gerçekten döverek eğlenebiliyor. Şimdi tavada eritilmiş köy tereyağının insanı hayata küstüren keskin kokusunu duymaya başladım. Bizim de zamanla medeniyet görmüş, sanayileşmiş insanlar olarak farklı meşgalelerimiz var. Özellikle kendi ürettiğimiz bir eşyanın kölesi olduk. O kadar basit bir şeye muhtacız ki duyunca “siz ne kadar da tırt adamlarmışsınız” diyeceğinden adım gibi eminim. Fakat sana karşı açık yürekli ve samimi olacağım. Biz mini-USB kablosunun esiri olduk sevgili dostum. Oksijenimiz bitse tüplerdekiyle idare ederiz. Tatlı su kaynaklarımız bitse, denizleri arıtıp içeriz. Verimli topraklarımız çamur olsa hacı teyzelerimiz kumdan ekmek pişirir de bizi aç bırakmaz. Ama gel gör ki USB kablomuzu alırsan medeniyetimiz 100 asır geriye döner Mahama. Buradaki ekonomik fırsatı görüyor musun? İnsan beynindeki 12 voltluk elektriğin 6 voltunu kulağa verip
, kulak deliğine de USB girişi bağlayan adam parayı bulacak. Bunu siz yaparsanız kıtaca ihya olursunuz. Bana sorarsanız çiftliği bostanı Türk müteahhitlere satıp parayı buna yatırın. Bir de sizin memleketten Eminönü’ne gelen arkadaşlara söyle
, üzerinde Zeytinburnu Belediyesi yazan şapkaların tepesine güneş paneli taktırsınlar. Çevreye duyarlı arkadaşları elektrik panelleriyle kandırmak kolay oluyor. Yalnız ben takmam, şapka çok fena saç döküyor.
Şimdi düşündüm de senin hayatın bana daha harbiymiş, daha gerçekmiş gibi geldi. Tabii her gülün bir de dikeni olacak. Biliyorum, açlıktan ölüyorsunuz. Çöpe giden ilaçlarımız ortalama ömrünüzü 10 yıl uzatmaya yeter. Bahşiş diye bıraktığımız para sizin haftalık nafakanıza denk geliyor. Mektubum Afrikalı kardeşlerimize 5 TL bağışta bulunmak için SMS isteyeecekmişim gibi bir hal aldı, bunu burada keseyim izninle. Evet çektiğiniz acıları biliyorum. İnanır mısın, ergenliğimde bu halinize çok acırdım. O günlerde ülkenizden yeni doğmuş kız çocuklarını kaçırıp aziz Türk milletinin an’aneleriyle yetiştirmek gibi hayallerim vardı. Hem onları Afrika’nın zorlu hayat şartlarından kurtarıp hayır işleyecek, hem de büyüdüklerinde haremime alacaktım. Umarım bu namussuz fırsatçılığım için beni bağışlarsın Mahama, ben kendimi çoktan bağışladım.
Siz tüm bu dertlerinize rağmen güldükçe benim içimde bir nefret uyanıyor. Sizi çekemediğimden değil, öyle değil. Şimdi senin karşına geçip de “ya şartlarımızın iyi olduğuna bakma, parayla saadet olmuyor” desem, “Allah dağına göre kar veriyor be dostum, naparsın” deyip ağzımı şapırdatsam kızarsın ama dur, beni dinle. Dertliyiz, derbederiz. Orta Asya’nın kuraklığından kaçarken Beylikdüzü belasına tutulduk. İstanbul’un Edirne’sine bağlı Beylikdüzü diye bir ilçe var. Burada oturanlar sizden daha zor şartlarda, Cehennemin dibinde yaşadıklarını sanıyor. Sabahtan akşama kadar ilçelerinden şikayet edip başımızı şişiriyorlar. Şöyle iki kelime laflamak için “nasılsın” desek “uzağım” diyorlar. “Haftasonu ne yapacaksınız” deyince “İstanbul vizem çıkarsa Mecidiyeköy’e geçeceğim” diyorlar. Onların ağlamalarını görmekten bıktık usandık. O yüzden biz de Beylikdüzülülerden nefret ediyoruz. Evimize misafirliğe geldiklerinde pijamalarımızı giyiyoruz. Su içerken gördüğümüzde böğürlerini parmaklayıp güldürmeye çalışıyoruz, gülmezlerse bile en azından canları yanıyor. Onlar üstümüze mutsuzluk kusunca biz onlara kötü davranıyoruz, biz kötü davranınca onlar mutsuzlaşıyor derken korkunç bir mutsuzluk döngüsüne girdik. Bir türlü çıkamıyoruz. Ya onlara, ya bize birşey olmadan bu döngü kırılmayacak. Eğer mektubun başından beri sana gösterdiğim sevgi ve samimiyetin en ufak bir değeri varsa, elinizde kalan butik virüslerden bir kısmını Beylikdüzü’ne bırakabilir misiniz?
Şimdi bu mektubu aldıktan sonra hangi sonuca varman gerektiğini merak ediyorsundur. Ben de çetin hayat mücadelesinde şiddetle ihtiyaç duyduğun o birkaç dakikanı tamamen zevk olsun diye çalmadım. Sana iletmek istediğim iki mesajım var elbet. Beni dinle. Birincisi, sakın ola birileri seni kandırıp da “Türkçe şarkı söyler misin” diye başına gelirse inanma. Size şarkıları söyletip arkanızdan “eheheh söyleyemedi ya la yamyam” diye kıs kıs gülüyorlar. Gelelim ikinci mesajıma. Bunun üzerinde derin derin düşün, tamam mı dostum?
Atalarının arasında hiçbir gezgin çıkmasa bile, bir şükürsüzden daha mutsuz olamazsın, ey gönül!
Baki selam,
Ahmet
(Ahmet Yıldırım)
Bir Cevap Yazın